Tutuklanan paşalara bakıyorum:
Bir zaman askeri lisede dirsek çürüten, koridorda arkadaşlarıyla birlikte öğrendikleri harp oyunlarını tartışan gençlerdi bunlar.
Gelecekte, eğer düşman bu vatana kastederse nasıl kurtaracaklarına dair planları vardı belki…
Ailelerin boğazından kısıp, askeri okullara yetişsin diye gönderdiği gençlerin, bir zaman sonra bu ülkeyi düşmandan korumak yerine “kast” etmiş olduğu gerçeği karşısındaki tutumunu çok merak ediyorum.
Şimdi bu vatan evlatları, sorgulanmak üzere emniyete götürülüyor.
Kimi NATO’da görev almış, kimi özel harp dairesinde, kimi istihbaratta ve kimi MGK üyesi…
Tutuklanan muvazzaf komutanlar devletin kendilerine sağladığı aş, imkan ve barınma ihtiyacını karşılayarak bu noktaya gelmiş.
Yani?
Milletin devlete, devletin de sağladığı bu imkanları sonuna kadar kullanırken, kendilerinde bir kudret vehmettiler.
Dahası; askeri tecrübelerini “Ayışığı,” “Yakamoz,” “Sarıkız,” “Balyoz” gibi darbe planı yaparak kullanmışlar.
Bunu kabul etmek mümkün mü?
Bir evlat, babaya itaatsizlik etse, tokadı yer.
Paşalar bu milletin evladı değil mi?
Nedir bu plan? Haddini aşmalar, küstahlık?
Onlara bu imtiyazı veren kim? Omuzları üzerinde bulunan yıldızlar mı? Emri altında bulunan askerler mi? Ona emanet edilen makam mı?
Yoksa, onlar bu vatanı müdafaa etmek için eğitilmedi mi?
Biz mi yanlış biliyoruz?
*
Bizim kuşak, bir muhtıra (12 Mart), bir darbe (12 Eylül), bir post/modern darbe (28 Şubat) ve bir de e/muhtıra (27 Nisan) yaşadı.
Bizden öncekiler bir de ihtilal (27 Mayıs) yaşamış.
Düşünün, Türkiye darbe mezarlığına dönmüş.
Millet ne zaman hukukuna sahip çıkmaya başlamış ve sivil hayata geçiş yapmak istemişse tepesine bir yumruk inmiş.
Hak, hukuk, anayasa hak getire.
Darbeyi ilk 12 yaşımda hissetmiştim. O zaman arkadaşlarla birlikte okula giderken, bir asker yolumuzu kesti, geri dönmemizi ve ikinci bir emre kadar çıkmamamızı söylüyordu… Bir yandan da televizyon izlememizi tavsiye ediyordu.
O zamanlar gündüz yayın akışı yoktu. Merakla siyah/beyaz televizyonu açtığımızda Org. Kenan Evren ve şürekası ekranlarda arz/ı endam ederek, yönetime el koyduğunu cüml/e aleme ilan ediyordu.
Bugün bile hala 12 Eylül’ün izlerini yaşıyoruz.
*
Darbeden bir yıl sonra, usta yönetmen merhum Yücel Çakmaklı’ın Dördüncü Murad dizisi ekrandaydı.
Mükemmel bir diziydi ve ikinci bölümün finalinde şu sahne vardı:
Yeniçeriler isyan edip saraya yürüyor… Dördüncü Murad’tan kelle istiyorlar. Yani Sadrazam Hafız Paşa’nın kellesini... Padişah isyan eden askerleri ikna etmek için bir konuşma yapıyor (Cihan Ünal’ın müthiş performansını burada hatırlatmak isterim).
Ancak ikna olmuyorlar.
Sadrazam Hafız Paşa, padişahın çabasının asiler tarafından dinlenmediğini görünce:
“Padişahım! Hafız gibi bin kulun yoluna fedadır. Ancak ricam budur ki, beni sen katletmeyip bırak. Bu zalimler beni şehid etsinler ve lütfedip cenazemi Üsküdar’da defn ettiresin.”
Bu Hafız Paşa’nın son konuşması oluyor... Padişah engel olmak istediyse de Hafız Paşa; “Bismillahirrahmanirrahim! İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diyerek kendini askerlerin arasına atıyor. Gözü dönmüş asilerin elinde pala ve hançerler olduğu halde, paşanın vücudunu paramparça edene kadar doğruyor. 4. Murad bu sahne karşısında hüngür hüngür ağlıyor.
Diziden sonra Dördüncü Murad hakkında daha kapsamlı romanlar ve araştırma yazıları yazıldı.
*
Osmanlı Tarihi’ne baktığımızda da “kalkış”ma ve isyanlar yaşanmış elbet… Bunlar bir şekilde “hal” edilmiş.
Ancak Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşanan ve bir türlü demokrasiye adım atamayışımızı neye bağlamalı?
Hani modern bir ülkeydik? Hani “genç Cumhuriyet” idik. Hani “çağdaş ve medeniyetler seviyesine ulaşan bir ırkın ahvadı” idik?
Nedir bu darbe inadı ve neden?
*
Şimdi devran değişti. Köprünün altından çook sular aktı.
Balyoz balyoz olalı, böyle balyoz görmedi.
Bakalım gelişmeler ne gösterecek? Merakla bekliyoruz.