Bambaşka bir insan, bir başka Üstaddı.
Bediüzzaman’dı, zamanın eşsiz güzelliğiydi, koca asır içinde ona denk kimse yoktu. Ama o sıradan insanların içinde sıradan biri gibi yaşadı.
Talebelerine “Kardeşlerim” diye hitap ediyor, “Ben sizin ders arkadaşınızım!” diyordu. Benlik, enaniyet, şan-şereften, makam kazanmaktan öldürücü zehir gibi kaçındı, hürmet istemedi “Zaman hürmet zamanı değil, hizmet zamanıdır.” dedi.
Mahviyet caddesinden, kibir çıkmazlarına sapmadı; tevazu semasının sultanlarındandı. “Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyeti kuru çubuğunda aranılmaz!” diyerek nazarları Risale-i Nur’a, iman hakikatlerine çevirdi… Kendine makam verenlere hiddet etti; ihlas-ı etemm, tevazuyu mutlak istikametli yaşadı…
Risale-i Nurun ilk talebelerinden Yüzbaşı Re’fet Barutçu anlatıyor:
“Hüsrev Altınbaşak ile birlikte Nur risalelerini yazarak çoğaltıyorduk. Üstad üst odada idi. Bir ara kapı tıkırdadı ve açıldı. Birde ne görelim. Üstad hazretleri elindeki bir çay tepsisinde iki bardak çayla içeri girdi. Biz heyecan ve mahcubiyetle: “Aman Üstadım!” diye fırlayıp elinden tepsiyi almak istedik “yo, yo ben size hizmet etmeye mecburum!” dedi. Aman Yarabbi birde mecburiyet ekliyor. Bu ne tevazu, bu ne nezaket…”
Kibir; kalbin kiri, gurur; pasıdır, Büyük görünmek, küçüklüğün alâmetidir. Tevazu; karakter kalitesi, ruhun süsüdür. Küçük görünmek ise, büyüklüğün alâmetidir… Elbette Bediüzzaman misüllü bir Zât tekebbüre tenezzül etmeyecekti…
Tevazunun arşındaki bu büyük Zât hakkında yine Re’fet Barutçu şu hatırasını anlatıyor:
“Kur’an hakikatlerini okuyor ve yazıyorduk. Çok istifade ediyorduk. Bu istifademizi ifade için bir gün kendisine “Biz sizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım?” dedik. O yine yüksek tevazuundan bize cevaben: “Ben sizi bulmasaydım ne yapardım? Siz beni bulduğunuza, bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim!” diyordu.
Eskişehir Hapishanesinde fıkhî meselelerde kendisine sual sorulduğunda, ilimde emsalsiz olan Bediüzzaman, Ahmet Hamdi Okur’u göstererek “İçimizde müftü efendi var; o varken fetva vermek bana düşmez” diyordu.
Bediüzzaman kırlarda karşılaştığı çingenelerle de ilgilenmiş, onların da gönlüne girmiş müstesna bir Zât. Onları görünce yolunu değiştirmemiş, nurlu irşadlarından mahrum bırakmamış, “Siz dünyanın fani olduğunu anladığınızdan basit yerlerde oturuyorsunuz. Sizlerde göçebe olduğunuzdan dolayı benim meslektaşım sayılırsınız!” demişti…
Ali Ulvi Kurucu mühim bir hakikatın tesbitini Tarihçe-i Hayatın önsözünde şöyle yapmaktadır:
“Her hangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatını, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar (ayna), dâvâsını ilâna başladığı ilk günlerde, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.
Mesela: O adam ilk günlerde mütevazi, ali cenap, feragat ve mahviyetkâr, hulâsa; bütün ahlak ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derece mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa zafer neş’esiyle bir çok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş?”
Yıl 1952. Bediüzzaman “Ölsün, gitsin, diye dağlarla çevrili Isparta’nın ücra bir köşesi Barla’ya atıldığı, yalnızlık, kimsesizlik, gariplik acısını çektiği yılları geride bırakmış, hakikat güneş gibi tulû etmiş halkın her kesiminden insanlar dâvâsına sahip çıkmış, bir zaman iman dâvâsında tek başınayken etrafını binlerce Nurun fedaileri, genç Saidler sarmış ama Bediüzzaman tevazusundan hiçbir şey kaybetmemiş, dine yaptığı büyük hizmetleri kendine nispet etmemiş, ne sözünde ne halinde en küçük bir değişme görülmemişti…
Gençlik Rehberi davası için İstanbul Mahkemesinde bulunuyordu. Binlerce insan kalabalığı, büyük bir izdiham… Asrın hatta kıyamete kadar gelecek asırların Hidayet Serdarını görmek isteyenler, mahkemenin bulunduğu bölgeyi mahşer yerine çevirmişlerdi. Üstad yanındaki talebesi Hayrullah Lim’e sorar: “Bu kadar insan burada niye toplanmışlar?” Hayrullah Lim ise pür heyecan, “Efendim bu insanlar sizi görmeye gelmişler, sizin için gelmişler!” diye cevap verir.
Bediüzzaman ise sanki hiçbir şey yokmuş gibi gayet sakin bir eda ile “Acaib!” der ve yürümeye devam edip gider…
Her cihette, her yönüyle bir insan-ı küll, fazilet ve kemalâtın semasına çıkmış kâmil bir şahsiyetti…
Olmamış, eğreti duran, gayri fıtri hiçbir hali yoktu…
Eserleriyle Bediüzzaman olduğu gibi, hayatıyla da Bediüzzaman’dı…