Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Mü'min (Gafir) Sûresi 36-40. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor
36, 37-Fir‘avun: “Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap;(*) belki sebeblere, göklerin sebeblerine (yollarına) erişirim de, Mûsâ’nın İlâhına muttali‘ olurum (hakikaten var mıdır diye bakarım); doğrusu ben onu, gerçekten yalancı sanıyorum” dedi. Böylece Fir‘avun’a, kötü ameli süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Zâten Fir‘avun’un tuzağı ancak hüsrândadır.
38-Îmân etmiş olan (adam) dedi ki: “Ey kavmim! Bana uyun; size doğru yola rehberlik edeyim!”
39-“Ey kavmim! Bu dünya hayâtı ancak (geçici) bir menfaattir; doğrusu âhiret ise, asıl kalınacak yerdir.”(**)
40-“Kim bir kötülük yaparsa, bu yüzden ancak onun misliyle cezâlandırılır. Erkek veya kadın, kim de bir mü’min olarak sâlih bir amel işlerse, işte onlar Cennete girerler; orada hesabsız olarak rızıklandırılırlar.”
(*)“Kur’ân’da çok tekrâr edilen kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm’ın cümleleri ve cüz’leridir (parçalarıdır) ki, her bir cümlesi, hattâ her bir cüz’ü, bir düstûr-ı küllînin (büyük bir kāidenin) ucu olarak gösterilmiş ve o düstûru ifâde ediyor. Meselâ: ياَ هاَماَنُ ابْنِ ل۪ي صَرْحاً Fir‘avun, vezîrine (Hâmân’a) emreder ki: ‘Bana yüksek bir kule yap, semâvâtın (gökyüzünün) hâlini rasad edip (gözleyip) bakacağım. Semânın gidişâtından, acabâ Mûsâ’nın (as) da‘vâ ettiği gibi semâda tasarruf eden (hükmeden) bir İlâh var mıdır?’ İşte صَرْحاً [bir kule] kelimesiyle ve şu cüz’î (küçük) hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlık’ı (yaratıcıyı) tanımadığından tabîatperest (tabîatçı) olup rubûbiyet (rab olmayı) da‘vâ eden ve âsâr-ı ceberrutlarını (kibirli eserlerini) göstermekle ibkā-yı nâm eden (nâm salan), şöhretperest olup dağ-misâl meşhur ehrâmları (piramitleri) binâ eden ve sihir ve tenâsühe kāil olup (öldükten sonra rûhun başka bir bedende tekrar dünyaya geleceğine inanıp) cenâzelerini mumya edip, dağ misillü (gibi) mezarlarda muhâfaza eden Mısır Fir‘avun’larının an‘anesinde (âdetlerinde) hükümfermâ (uygulanan) bir düstûr-ı acîbi (acâib bir düstûru) ifâde eder.” (Zülfikār, 25. Söz, 32)
(**)“Aklı başında olan insan ne dünya umûrundan (işlerinden) kazandığına mesrûr (memnûn) olur ve ne de kaybettiği şeye mahzûn olur (hüzünlenir). Zîrâ dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da berâber gidiyor. Sen de yolcusun. Sen de gidiyorsun. Bak ihtiyarlık şafağı kulakların üstünde tulû‘ etmiştir (doğmuştur). Başın yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücûdunda tavattun etmeye (yerleşmeye) niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahâzâ (bununla birlikte) ebedî ömrün önündedir. O ömürde, bâkīde (ebedî alemde) göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fânî ömürde sa‘y (gayret) ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-i bâkīden hiç haberin yok. Seni ölüm sekerâtı (can çekişmesi) uyandırmadan evvel uyan!” (Mesnevî-i Nûriye, Habbe, 115)