Dalgalar, ey büyük deniz, dalgalar
Dualar indirsin sana göklerden.
Benim dalgalarda çarpan kalbim var
Birşeyler haykırır uzak bir yerden.
Ali Canip Yöntem
Bediüzzaman'ın, örnek bir Risale-i Nur talebesine ait özellikler arasında saydığı üçüncü vasıf, Risale-i Nur hizmetine rengini veren bir esas üzerine bina edilmiştir. Barla yıllarından itibaren çeşitli zamanlarda telif ettiği risalelerinde, Bediüzzaman, bu esası, şefkat olarak tanımlamaktadır. Bu da Risale-i Nurun genel yapısından beklenebilecek bir sonuçtur; çünkü bu eserlerin bulunduğu yerden bakıldığında, kâinatı baştan başa rahmete boyanmış halde görmemek imkânsızdır. Bu bakış açısı, doğal olarak, gerek Müellifte, gerekse bu eserleri okuyanlarda, bir hayat felsefesi halinde yerleşmiş ve onların hayat tarzlarında belirleyici unsur haline gelmiştir.
Risale-i Nur Müellifi, Hulûsi Bey ile Sabri Efendinin Nur talebelerine örnek teşkil edecek üçüncü özelliklerini, şu sözleriyle açıklıyor:
Üçüncü hassa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kurâniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.
Bir madde altında zikredilen bu özelliğin, atlanmaması gereken üç ayrı aşaması vardır: (1) bir derdi ve yarayı hissetmek; (2) onun devâsını kendi üzerinde denemek; (3) bu devâyı başkalarına yetiştirmek. Bu aşamaların üçü de, bir yandan geleceğin Risale-i Nur okuyucularına yol gösterirken, bir yandan da, Müellifin hayatından yansımalar sunmakta, onun bütün şiddetiyle yaşadığı pek çok acı, şifa ve sevinçleri hatırlatmaktadır.
Bediüzzamanın çileli bir hayatı vardır. Fakat sürgünler, hapisler, uğradığı çeşitli haksızlıklar, bu çilenin ancak bir kısmını teşkil eder. Hattâ, eserlerinde, bu çilelerin ilk anda beklenebilecek sonuçlarından hemen hemen hiçbirini görmeyiz. Meselâ, en ağır şartlar altında telif ettiği eserlerde bile kin, nefret, intikam, düşmanlık gibi hisler bir yana dursun, herhangi bir ölçekte tepkisel bir ifadeye bile rastlamak mümkün değildir. Onun en ağır hapishane şartlarında gizlice telif ederek dışarıya çıkarttığı risalelerindeki kâinat tasvirleri, Çamlıca tepesinde çayını yudumlayarak günbatımını seyreden bir insanın zevk ve safâsı ile kaleme alınmış kadar rahat, hoş ve keyiflidir. Buna karşılık, Bediüzzamanın daha başka elem ve ıztırapları vardır ki, bunlar Risale-i Nurun birçok yerinde eserini gösterir ve çoğu zaman da açıkça dile getirilir.
Bediüzzaman, asıl büyük çileyi, başkalarının ıztırabını paylaşarak çekmiştir. Üstelik bu ıztıraplar sadece onun hemcinslerine ait acılardan ibaret de değildir. Güz mevsiminde sararan yapraklar, solan çiçekler, ölen böcekler, onun kalbinden birer parça koparır da öyle gider bu dünyadan. Hattâ, çoğu zaman, güzü beklemeye bile hâcet kalmaz. Baharın başlangıcı bile, bir bahar neşesi kadar, hattâ ondan da önce, yakın bir gelecekte gelip çatacağında kuşku olmayan ayrılıklardan haberler taşır. Çünkü gelenler burada kalmak için gelmemiştir; kısa bir ömür sürdükten sonra, henüz doyamadıkları bu dünyaya ister istemez veda edip gideceklerdir.
Bir zaman, bahar mevsiminde temâşâ ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i âzamın yüz binler nümunelerini gösteren bir seyeran ve seyelân içinde kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zîhayat mahlûkatın, hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp derakap kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müdhişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazin görünüp, rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu: Of, yazık! Ah yazık! diyerek bu ahların, ofların altında derinden derine bir vâveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu âkıbete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azap gördüm.
Hem, nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar sanatta olan zîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temâşâ ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamakla şekvâ etmek istiyor; Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar? diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnucuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve sanat ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymettar bir surette icad edildikten sonra gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe, kemâlâta meftun ve güzelliklere müptelâ ve kıymettar şeylere âşık olan bütün lâtifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fenâ ve zeval nereden gelip bu biçarelere musallat olmuş?[1]
Buna benzer ifadelere, Risale-i Nur Külliyatının daha pek çok yerinde rastlanır ki, bu da, tasvir edilen duyguların Müellif tarafından son derece yoğun bir biçimde ve tekrar tekrar yaşanmış olduğunu göstermektir. Çiçeklerin ve böceklerin ıztırabını bu kadar derinden hisseden bir kalbin, herhalde, insanların başına gelenler karşısında daha derin yaralar alacağında şüphe yoktur. Nitekim Bediüzzaman, dini ve milliyeti ne olursa olsun, çeşitli felâketlerin kucağına düşmüş insanların acılarını da onlarla beraber yaşamış, dünyanın uzak köşelerindeki felâketzedelerin ıztıraplarından payını almıştır:
Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.[2]
Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. . . . Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupada, Rusyadaki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim.[3]
Bunlar, Risale-i Nur Külliyatını okuyanların âşinâ olduğu ifadelerdir. Gerçi bunlara benzer ifadelerin hemen ardından, tasvir edilen karamsarlığı giderici başka bir bakış açısı gelir; fakat, ne olursa olsun, başlangıçta hissedilmiş olan ıztırap şiddetlidir ve bu durum, hem çekilen acının ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmesinden, hem de buna benzer tasvirlerin pek çok yerde tekrarlanmasından anlaşılmaktadır. Bu ayrıntılar ve tekrarlar nedeniyle, biz de bu husus üzerinde biraz fazlaca durmak ihtiyacını duyuyoruz.
Gerçekten de, Bediüzzamanın gerek hemcinsleriyle, gerekse evrendeki diğer varlıklarla beraber yaşamış olduğu acılar, insanın ruh âleminde derinlere nüfuz eden duygulardır. Herşeyle dost olan bir insanı bu dünyada pek çok ayrılık birden bekler. Çünkü sevilenlerden hiçbiri kalıcı değildir. Onlardan herbiri, bir dost kalbinde derin bir yara açmaya adaydır. Fakat mükellef bir ziyafetten önceki açlık, deliksiz bir uykudan önceki yorgunluk, servetten önceki yoksulluk, âfiyetten önceki hastalık gibi, bu ayrılık ve acıların şiddeti de, onun arkasından gelecek olan şifanın daha iyi takdir edilmesini sonuç verecektir. Kurânın aydınlattığı bir kâinatın ne anlam ifade ettiğini her iman sahibi takdir edebilir; fakat bunun asıl hazzını yaşayanlar, Kurânın nurundan önceki karanlığı bilfiil yaşamış ve onun ıztırabını ruhunun derinliklerinde duymuş olanlardır. Bediüzzaman, nefsine güvenerek kâinata kalın bir gaflet perdesinin ardından bakan insanların, kendi halleri üzerinde bir parça durup düşündükleri zaman neler hissettiklerini veya hissedebileceklerini çok iyi bilir. Çünkü bu tür denemeleri kendi âleminde defalarca yaşamıştır.
Sağa, yani, mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken, bana mazi, pederimin ve ecdadımın ve nevimin bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.
Sol tarafım olan istikbale, derman ararken baktım. Gördüm ki, benim ve emsalimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehşet verdi.
Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvâri nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbûhânedeki ıztırap çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.
Sonra bu cihetten dahi meyus olunca, başımı kaldırıp, ömrümün ağacının başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek bir meyvesi var; o da benim cenazemdir, o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor.
O cihetten dahi tevahhuş edip başımı aşağıya eğdim, o ömür ağacının aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki, o aşağıda olan toprak, kemiklerimin toprağıyla mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış bir surette, ayaklar altında çiğneniyor gördüm. O da derman değil, belki derdime dert kattı.
Sonra mecburiyetle arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilâve etti.
O cihette dahi hayır göremediğimden, ön tarafıma Baktım, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı tam yolumun üstünde açık görünüp, ağzını açmış, bana bakıyor. Onun arkasında, ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.
Ve bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve silâh-ı müdafaa olacak, cüzî bir cüz-ü ihtiyarîden başka birşey elimde yok. O hadsiz adâ ve hesapsız muzır şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî olan o cüz-ü ihtiyarî, hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem icadsız olduğundan, kesbden başka birşey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun; ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkuları men etsin. Geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faydası olmadığını gördüm.[4]
Kurân eczahanesinden aldığı ilâçlar, Bediüzzamanın imdadına böyle anlarda yetişir. O, önce derdi teşhis eden, vakayı iyice inceleyen, onu bütün ayrıntıları ve bütün sonuçlarıyla mercek altına alan, sonra soruna çözüm araştıran ve bulduğu çözümü de sınayarak doğruluğundan emin olan, tahkik ehli bir ilim adamı, bir eczacı, yahut bir hekimdir. O hekim, hangi dert için Kurâna başvurmuşsa, aradığını bulmuş ve dertlerini âfiyete, ağlamasını gülmeye çevirmiştir:
Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve meyusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kurân-ı Mucizül-Beyânın semâsında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki, gördüğüm o vahşetler ve karanlıklar yüz derece tezauf etseydi, yine o nur onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi.[5]
Mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müthiş itirazlar başladığı hengâmda, birden nur-u Kurân, sırr-ı îmân, lûtf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti, o karanlıkları aydınlattı, benim bütün ah ve oflarımı ve ağlamalarımı sürurlara ve yazık demelerimi maşaallah, barekâllahlara çevirdi; Elhamdü lillahi alâ nûril-îmân dedirtti.[6]
[1] A.g.e., 851-852.
[2] A.g.e., 1599.
[3] A.g.e., 1615.
[4] A.g.e., 705.
[5] A.g.e.
[6] A.g.e., 852.