Dertlerin dermana, ağlamaların gülmeye dönüşmesi, Bediüzzamanın eserlerinde uzun uzadıya anlatılmaktadır; bu tasvirler, belki kendi başına bir kitap hacmi içinde incelenmeye değer bir bahis teşkil eder. Bundan başka, bir de insanın iç âlemine yönelerek orada derinden derine incelemeye girişmesi, zaaflarını ve yaralarını teşhis edip bu konudayine Kurândan çözüm arayarakbir tedavi çabasına girişmesi gibi hususlar da vardır ki, bunlar da aynı muhteva içinde incelenebilirler. Burada bizim dikkat çekmeye çalıştığımız şey ise, Bediüzzamanın bakış açısı ve yöntemidir. Bu yöntemde, probleme tam cepheden hücuma geçmek, onu inceden inceye araştırmak ve anlamaya çalışmak ve ondan sonra çözüm için Kurâna yönelmek vardır. Ne tasvir edilen acılarda, ne de onları izleyen sevinçlerde en küçük bir taklit izi yoktur; bunların hepsi bizzat tecrübe edilmiş, yaşanmış, doğruluğu bilfiil denenerek anlaşılmıştır.
İşte, Risale-i Nurdan dersini alan bir kimseden de beklenecek bundan başkası değildir. Bir Risale-i Nur talebesi, makbulât kabilinden hükümlerle hareket eden, yani, Üstadının veya bazı büyük zatların doğru dediği şeyi onlar böyle dediği için doğru bulan, onların güzel dediğini beğenen ve yanlış dediğiini otomatik bir şekilde reddeden, böylece kabul ve redlerini reflekslere bağlamış bir taklit ehli olamaz. Barlaya gelişinden yıllarca önce, Doğu illerindeki aşiretlere Benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz[1] sözleriyle hitap eden Bediüzzaman, burada da talebelerine ilmin temeli olan deney ve araştırma yöntemini ders vermektedir.
Bir Risale-i Nur talebesi, eğer başka insanların dertlerine çözüm ulaştırmaya hayatını vakfedecekse, önce kendi dertlerini masaya yatırmalı, onları iyice incelemeli, başkalarına sunacağı çareleri de herkesten önce kendi dertleri ve yaraları üzerinde denemelidir. Ancak bundan sonradır ki, Kurândan alınan devâların etkisi bilfiil yaşanmış ve şifanın hazzı tadılmış olacak, böylece Risale-i Nur Müellifi ile hemhal olunacak ve onun Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar, benimle aynı duyguları paylaşıyorlar dediği noktaya gelinmiş olacaktır. İşte bu nokta, başkalarının derdine derman yetiştirme arzusunun karşı konulmaz bir iştiyak halini aldığı noktadır.
Kurânın nurundan hariç bir surette kâinata bakıldığında görünen manzara ile ilgili olarak Bediüzzamanın uzun uzadıya giriştiği tasvirler, gerçekte, günümüz insanlarının büyük çoğunluğunun dünyasını anlatan ifadelerdir. Nereden gelip nereye gittiğini bilemeyen, dört bir yandan tehlike ve düşmanlarla kuşatılmış, istikbali karanlık, geçmişi yokluk, sevdikleriyle bütün ilişkisi bir anlık bir insana her taraftan hücum eden ıztıraplar üzerinde ne kadar durulsa abartılmış olmaz. Bu acıların bütün şiddetiyle hissedilmesine bir engel varsa, o da günlük hayatın meşgale ve eğlencelerinden başka birşey değildir. Zaten bu tür meşgale ve eğlencelerin pek çoğu, insanların dikkatini Kurânın uyarılarından başka tarafa saptırmak üzere düzenlenmiştir:
İnkârcılar, Bu Kurânı dinlemeyin, dediler. Ve şamata çıkarın. Bakarsınız, Böylelikle ona üstün geliriz.[2]
İnsanlardan öylesi vardır ki, hiçbir bilgiye dayanmaksızın halkı Allah yolundan saptırmak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkarlar.[3]
Hergün nice insanların ömürleri, bu tuzakların peşine takılmış bir şekilde, nice meşgaleler ve eğlencelerle tükenir, gider. Ve hergün, nice insanların ömürleri, hiç umulmadık bir zamanda ve hiç istenmeyecek bir şekilde noktalanıverir. İşte o an, yıllar boyu bastırılmış acıların, uyuşturulmuş ıztırapların birden bire uyanıp bütün şiddetiyle yaşandığı, bir insan ömrünün bir büyük pişmanlıkla sonuçlandığı andır. Ebedî bir âlemde ebedî bir mutluluğu kazanmak için bu dünyaya gönderilen insan, nice Boğaz villalarını, nice saltanatları, nice dünya egemenliklerini gölgede bırakacak bir mülk ve saltanat fırsatını eliyle itmiş, daha da kötüsü, kendisini Yer ve Gökler Rabbine dost yapacak nice imkânları hebâ ederek bunların yerine kendisini ebedî bir felâketin kucağına atmıştır.
Hergün nice hayatların böyle pişmanlıklar içinde noktalanışını bizim görmemize yine hayatın meşgaleleri ve eğlenceleri engel olur. Burada, gaflet perdelerinin tümünü birden delip geçecek keskin bir bakışa ihtiyaç vardır ki, hebâ olan şeyin bir insan ömrü olduğunu, bir insan ömrünün de bir kâinat demek olduğunu görsün, hissetsin ve bilfiil yaşasın. Güz mevsiminde solan çiçeklerin ve ölen böceklerin acısını onlarla beraber insana yaşatan bir yaklaşım, bir insanın yaşadığı ebedî felâketin şiddetini de doğru bir şekilde ölçülmesine imkân verecek bir yaklaşımdır. Bir başka Risale-i Nur talebesi, Zübeyir Gündüzalp, böyle bir durumda hissedilmesi gereken şeyi, bir cümle ile özetler:
Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, Bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında, o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir.[4]
Başka bir insana ait bir haberin bir kalbi zerrelerine kadar parçalayabilmesi için, çok yüksek yoğunlukta bir şefkate ihtiyaç vardır. Nitekim Bediüzzaman da Risale-i Nur talebesinin üçüncü önemli özelliği olarak şefkat vasfını sayar. İnsanları ciddî bir şekilde etkisi altına alan inkâr cereyanları, imanları yaralayan ve iman sahiplerini ebedî tehlikelerin kucağına atan saldırılar, tereddütler, şüpheler, vehimler, kuruntular karşısında, başkalarının derdini kendisine dert edinmiş bir Nur talebesinin yapacağı tek birşey vardır: yardıma koşmak, dertlilere devâ ulaştırmak, inkâr ve gaflet içinde bunalan dünyaları Kurânın nuruyla aydınlatmak, imanları kurtarmakNur talebesinin bütün gayreti budur; bu gayret de, yüksek bir derecedeki şefkatin sonucu olarak, son derece yüksek bir dereceye ulaşmış ve bir iştiyak halini almıştır. Böyle bir iştiyak derecesine ulaşan bir hizmet, artık ne bir hobi seviyesinde kalır, ne de kerhen yerine getirilecek bir yükümlülük olur. O, kuşun uçuşu, balığın yüzüşü, arının bal yapışıdır. Bir Risale-i Nur talebesi için o kadar doğal bir faaliyettir bu hizmet; lezzeti de, ücreti de kendi içindedir. Nurun Birinci Talebesinde bu iştiyak ve iman, ona sadece dünyasını değil, âhiretini de unutturacak bir seviyededir:
Nurlu Sözler'i cemaate okumak nasip olduğu zamanlarda, bende bazı hissiyat hasıl oluyordu; şurada arza müsaadenizi rica edeceğim. . . . Eğer yalnız adüvv-i ekber [en büyük düşman] olan nefsin hilesinden ve cin ve ins ve şeytanların mekrinden [hilesinden] emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi kûşe-i nisyana [unutulup gidecek bir köşeye] çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan ve âlem-i İslâm mühmel [ihmale uğramış] kalacak, kimsenin kimseye faydası olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblâğ edeyim [ulaştırayım] de, Allahü Zülcelâl nasıl şe'n-i ulûhiyetine [tanrılığının şanına] yaraşırsa öyle muamele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat'-ı nazar etmeyi yine o zamanlarda çok faydalı Görüyordum. Bundaki hikmet nedir?[5]
Özetle: Manevî hayatını tehlikeden korumak isteyenler için bu dünya, hele bu zamanda güvenli bir yer sayılmaz. Fakat herkes böyle düşünerek kendini bir kenara çekse, insanlığın hali nice olur? İşte böyle bir zamanda, isterse bütün dünya kendisini kurtarma sevdasına düşmüş olsun, kendimi her türlü tehlikenin kucağına atmak pahâsına da olsa, ben bu hakikatleri o tehlikelerin içinde bulunan kardeşlerime ulaştırmaktan başka birşey düşünmem. Ben böyle bir hizmetle meşgul iken, kendi hesabıma âhirete birşeyler gönderme fırsatı bulamasam da önemi yok! Nihayet ben bana yaraşanı yapmış olurum; Rabbim de kendisine yaraşan ne ise hiç kuşkusuz onu yapacaktır.
Şefkatle beraber iman ve tevekkülün de zirvesine ulaşmış bir anlayışın hikmetini sormaktadır Hulûsi Bey. Üstadı ona şu cevabı verir:
Cemaate Sözler'i okumak zamanında, sendeki hissiyât-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârâne hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki:
Velâyet-i kübrâ olan veraset-i Nübüvvetteki makam-ı tebliğin envarı altına girdiğin İçindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur'ân Said'in vekili, belki mânen aynı hükmüne geçtiğin
içindir.[6]
Yani, orada, artık Hulûsi Yahyagil veya bir başkası değil, Risale-i Nurun Müellifi konuşmaktadır. Zaten Risale-i Nur talebesinin birinci özelliğinde, kendisi yazmış gibi ifadesi kullanılmış, cesetleri muhtelif, ruhları bir tanımı geçmişti. Görünen o ki, Said Nursînin şahsiyeti de bu tanımın içinde eriyip gitmiş, onun yerine, dellâl-ı Kurân olan, yani insanları Kurâna ulaştıran bir ruh ortaya çıkmıştır. Bu ruh ise, kalem sahibi olarak Said Nursîde tezahür ettiği gibi, bu Kurân hizmetini insanlara ulaştırırken Hulûsi Beyde, Sabri Efendide, Zübeyir Gündüzalpte, Hafız Alide, Şamlı Tevfikte, Refet Barutçuda ve onlardan sonra gelip gelecek, sayılarını Allahtan başkasının bilemeyeceği nicelerinde ortaya çıkacaktır. Başka bir deyişle, Kurândan alınmış bu iman derslerini insanlara ulaştırarak onları Tevhid yoluna çağırırsa, bunu, mânen, Risale-i Nur Müellifinin yerine geçmiş olarak yapmaktadır. Nihayet onun yaptığı da, Peygamber tarafından miras olarak bırakılmış bir ilmi insanlara ulaştırmaktır ki, bir tebliğden ibarettir. Peygamberi gönderen ise, Kurânında ona Sana düşen, ancak apaçık bir tebliğden ibarettir[7] buyurmuştu.
İman ilimlerini insanlara ulaştırmak Peygamberden miras kalan bir meslek olduğu gibi, bu hizmete rengini veren yüksek şefkat hissi de yine aynı kaynaktan gelen bir özelliktir. Hz. Peygamber, kendisinin, ümmetini kurtarma konusundaki çabalarını şöyle bir benzetmeyle anlatmıştır:
Benim ve sizin misaliniz, ateş yakıp da ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca onlara engel olmaya çalışan adamın hali gibidir. Ben sizi Kuşaklarınızdan tutarak ateşten korumaya çalışıyorum, siz ise benim elimden kurtulup da ateşe atılmaya çalışıyorsunuz.[8]
[1] A.g.e., 1940.
[2] Kurân, 41:26.
[3] Kurân, 31:6.
[4] Risale-i Nur Külliyatı, s. 1104.
[5] A.g.e., 1415.
[6] A.g.e., 1513.
[7] Kurân, 16:82.
[8] Müslim, Fedâil: 19.