İman edip güzel işler yapanlar için, Rahmân, gönüllerde bir sevgi yerleştirecektir.
Kurân, 19:96
Gerek zamanın ulaşım ve iletişim imkânları, gerekse baskılar göz önüne alındığında, Bediüzzaman ile talebelerinin çok sık bir araya gelmelerinin mümkün olmadığı kolayca anlaşılacaktır. Hattâ, talebelerinin çoğunluğu, kendilerinde bir okul veya askerlik hatırasına benzer bir iz bırakacak kadar uzun süre ne Üstadla, ne de birbirleriyle bir arada bulunmuş değillerdi. Buna rağmen, Bediüzzaman ile talebelerinin arasındaki ilişkinin kökü çok derinlere uzanan bir muhabbeti yansıttığı, bu insanları tanıyan veya bu hareketi inceleyen herkesin ilk bakışta dikkatini çeken bir gerçektir. Bunlar, ekseriyetle, kulaktan kulağa Bediüzzamanın Barlaya gelişini duymuş veya eline geçen bir risale ile onu tanıma iştiyakına düşmüş kimselerdi; bir kısmı da onunla dolaylı veya dolaysız yoldan muhabere etse de bizzat görüşme fırsatı bile bulamamıştı.
Bediüzzaman ile yüz yüze görüşenlerin ilk izlenimleri arasında, kendilerini sıcak bir muhabbet ve güven duygusunun kapladığı yolunda tasvirler vardır. Risalelerini okuyanlar da ilk anda buna benzer hisler yaşamışlardır. Her iki halde de, Bediüzzaman ile talebeleri arasında, gerek bizzat görüşmek suretiyle, gerekse eserleri aracılığıyla bir gönül bağının oluştuğu görülmektedir.
Talebelerin Üstadlarına bağlılığı, bir cihette daha kolay anlaşılabilir; çünkü zor bir zamanda, cehaletin hüküm sürdüğü şartlar altında, kendilerine bir nur uzatan bir mürşid bulmuşlardır ve bundan dolayı ona muhabbet ve minnettarlık duymaktadırlar. Ancak muhabbetin Üstaddan talebelerine akan yönü, şiddet itibarıyla bundan daha aşağı değildir.
Bediüzzaman, talebelerinden gördüğü yardımı, desteği, ilgiyi, sevgi ve saygıyı hiçbir zaman unutmaz, onlara sık sık hatırlatır. Ben sizi bulmasaydım ne yapardım? diye sorar onlara. Siz beni bulduğunuza bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim.[1] Bu zamanda sadık dost kalmadı diyenlere, nümune olarak onları gösterir.[2] Yine de bunlar, Bediüzzaman ile talebeleri arasındaki dostluk ve muhabbetin satırlara dökülen kısmından ibarettir. Bu muhabbetin asıl sıcaklığı, dua fasıllarında yaşanır.
Bediüzzamanın sabah ve akşam duaları, hiçbir zaman yalnız değildir. O her sabah ve her akşam, duaya durduğunda, manevî kazançlarını âhiret kardeşlerine hediye etmeyi ve onlar için de tek tek niyazda bulunmayı âdet edinmiş, bu âdetini hiç kesintiye uğratmaksızın, yıllar boyunca, bu dünya üzerindeki son gününe kadar devam ettirmiştir. Hulûsi Beye hitap eden bir mektubunda yer alan Sizler sabah ve akşam duamda dahilsiniz. Siz dahi beni duanızda dahil ediniz. Şu âlemde müminin mümine karşı en büyük yardımı dua iledir[3] şeklindeki ifadeler, sadece bu mektubun muhatabını değil, kendisiyle Kurân hesabına münasebeti bulunan ve mânen görüşen herkesi içine almaktadır.
Yine Barla mektuplarından birinde, böyle bir görüşme için şark ve garbın, hattâ yerin altı ile üstünün de fark etmediğini söyler ve dergâh-ı İlâhîye yönelip el açtığında, onlarla ya hakikaten veya hayalen beraber dua ettiğini anlatır. Ben her sabah manevî kazancım ne ise, o âhiret kardeşlerimin sahife-i amâline geçmek için Cenab-ı Hakkın dergâhına niyaz edip hediye ediyorum, der. Onlar dahi beni manevî hayratlarına ve dualarına hissedar etmelidirlertâ hisselerini kazancımızdan alsınlar.[4]
Bazı talebelerin ise bundan daha fazla nasibi vardır. Doğal olarak, Nurun birinci talebesi Hulûsi Bey, burada da en büyük payın sahibidir. Bir mektubunda Üstadı ona Sen her günde belki yirmi defa duada anılırsın[5] demekte, bir başkasında ise yirmi dört saatte beş yüz defa manevî kazanç ve dua beraberliğinden[6] söz etmektedir.
Manevî kazançlara ortaklık, Bediüzzamanın bilfiil uygulayarak talebelerine ders verdiği bir kardeşlik ve dayanışma prensibidir. Bu ortaklıkta herkes ne hayır işlediyse onun sevabına diğerlerini ortak eder; bunun karşılığında, geri kalan bütün Risale-i Nur talebelerinin manevî kazançlarına kendisi ortak olur. Barladan sonra Ispartadaki ikameti sırasında telif ettiği İhlâs Risalesinde, Bediüzzaman, manevî kazançların, ne kadar çok kişi tarafından paylaşılırsa paylaşılsın, tıpkı herkesin yararlandığı bir ışık gibi, paylaşılmakla azalmadığını hatırlatmakta ve bu manevî ortaklıktaki kazancın büyüklüğüne talebelerinin dikkatini çekmektedir.[7]
Bu kazanç konusundan da anlaşılacağı gibi, Bediüzzaman ile talebeleri arasındaki münasebet ve muhabbetin ilginç bir boyutu vardır: Bu bağlar mânevî olduğu için, madde âleminin sınırlamalarından etkilenmemesi gerekir. Hattâ ne mekân bir engel teşkil eder bu bağlamda, ne de zaman. Önce gelen ve sonra gelecek olan, doğuda veya batıda bulunan, yerin altında yatan ile üstünde gezinen arasında, hiçbir uzaklık bulunmaz.
Mâbeynimizdeki münasebet ve uhuvvet inşaallah hâlis ve lillâh için olduğundan, zaman ve mekânla mukayyed olmaz. Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücut, iki hakikî dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri, firakı düşünsün, bize ne?
Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim.[8]
Mâbeynimizde münasebet mânevî, ruhî, hakikî olduğu için zaman ve mekân müdahale etmez. Dergâh-ı İlâhîye müteveccih olduğumuz vakit günde belki kaç defa, Hüsrev yanımda bir cihette hazır olmakla beraber, senin o şirin yazıların, hususan On Dokuzuncu Mektuptaki mübarek hattın göründükçe seni hayalimizce hazır ediyoruz. Ben ve buradaki arkadaşlar dahi seni burada görmek çok arzuluyoruz. Fakat Isparta sana çok muhtaçtır.[9]
Lâkin, münasebet ne kadar manevî de olsa, yaşanan maddî âlemin gereği, başa gelen ayrılıklar büsbütün etkisiz kalmaz; hattâ zaman zaman ruhları iyice sarstığı da olur. Yine de tesellîye yetişen, ayrılığın geçici, kavuşmanın ise sürekli oluşuna olan imandır. Aziz Üstadım, diye yakınmaktadır Zekâi. Şu hicrana ve firaka, muvakkat olduğu için tahammül ediyorum. Ayrılığımız her ne kadar muvakkat olsa, yine beni müteessir ediyor.[10] Af çıkmış, Üstad İstanbula gidiyormuş şeklindeki bir haber üzerine kaleme aldığı satırlarında ise, Üstadın âhiret hemşirelerinden Müzeyyene, duygularını şu kısacık cümle ile pek keskin bir şekilde anlatır:
Zannettim ki, bütün Atabeyin dağları üzerime düşüyor![11]
Kısacası, Üstadından az bir zaman için de olsa uzakta bulunan herkes, Mevlânânın neyi gibi, bir ayrılıktan hikâyettedir. Bu acılardan Bediüzzaman da payını alır. Hele bir Nur talebesi beka âlemine göçtü mü, onun yüreğinden bir parça da onunla birlikte kopup gitmiştir. Ne Abdurrahmanın ölümünü unutur Bediüzzaman, ne Binbaşı Âsım Beyin, ne Hafız Alinin. Aradan yıllar da geçse hepsini hasretle anmaktan kendisini alamaz. Bununla beraber, tesellî yine uzakta değildir. Talebesinin gittiği yer, kabir âlemi de olsa, bir komşu vilâyet kadar yakınlaşır Bediüzzamana.[12] Hulûsi Yahyagil de, ancak dünyaya ait meşgaleler sırasında ayrılık acısını duymakta, iman ilimleriyle baş başa kalınca dertler ve acılar, zaman ve mekân kavramıyla birlikte yok olup gitmektedir:
O meşgaleden feragat edildiği anda, yine Nur bütün haşmetiyle arz-ı dîdar ediyor. Bu zamanlarda hiç ayrılık hissetmiyorum. Hattâ ihtilâf-ı mekânı da tesirsiz görüyorum.[13]
Bir muhabbet bahsine girildiğinde, elbette ki, maddî sebeplerle açıklanabilecek fazla birşey kalmaz ortalıkta. Seven niçin sever, sevilen niçin sevilir? Aralarında hiçbir akrabalık yahut çıkar bağı olmayan insanların arasındaki ayrılıklar niçin kalpleri delik deşik eder?
Sonra mekân nasıl aradan kalkar? Zaman nasıl kaybolur?
Bunlar ve benzeri sorular, bizi Risale-i Nurun temel meselesine, iman ilimleri konusuna getiriyor.
[1] Son Şahitler, 1:385.
[2] Risale-i Nur Külliyatı, s. 1457.
[3] A.g.e., 1510.
[4] A.g.e., 1518.
[5] A.g.e., 1566.
[6] A.g.e., 1515.
[7] A.g.e., 671.
[8] A.g.e., 1515-6.
[9] A.g.e., 1523.
[10] A.g.e., 1462.
[11] A.g.e., 1536.
[12] A.g.e., 1015.
[13] A.g.e., 1498.