Rüya mı bu, rüyet mi Kemal, anlamadım ben,
Hayretteyim esmâ vü müsemmâ arasında.
Kemal Edip Kürkçüoğlu
BİR ZAMAN iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete gidiyorlar.
Baharın en güzel şekilde yaşandığı Anadolu köşelerinden birinde, bir bahar mevsiminin ilk günlerinde, bu satırlarla başladı Risale-i Nurun macerası. Başlangıçta, bir söyleyen vardı sadece, bir de yazan.
Bir de dağlar.
Ve bağlar.
Ve bahar.
O kadar.
Önce, dağların ve bağların nasıl canlandığını gördü yazdıran. Her karışı renklere bürünüyordu toprağın; her zerresinden boy boy hayat fışkırıyordu. Badem ağaçları mıydı bahçeleri dolduran, yoksa gelinlerden bir alay mı?
Bir haykırış koptu seyredenin ciğerlerinden:
Bak Allahın rahmet eserlerine!
Dağlar birer birer tekrarladı bu haykırışı.
Bak Allahın rahmet eserlerine!
Yemyeşil halılar serilmiş ovalara; halılar rengârenk desenlerle süslenmiş.
Bak Allahın rahmet eserlerine!
Çiçekler üstünde, çiçekten kanatlarla kelebekler. Arılar iş başında. Kendilerini tâ uzaklardan kokularıyla çağıran kucaklara atılmış böceklerin sayısını bilen yok.
Bak Allahın rahmet eserlerine!
Daha dün kayıklarla fındık kabukları gibi oynayan göl, mavinin en tatlı tonlarına girip girip çıkıyor. Bir huzur, bir tebessüm, bir hayat müjdesi oynaşıyor parıltılarda.
Bak Allahın rahmet eserlerine!
Çayırda bir o yana, bir bu yana koşturup duruyor kuzucuk tarif edilmez bir hayat neşesiyle. Dizlerine onu taşıyacak derman ne zaman geldi de koşturmaya başladı? Oysa daha dün bu dünyadan haberi bile yoktu.
Bak Allahın rahmet eserlerine!
O gün, Barlada yeryüzünün dirilişini doya doya seyretti, bakmasını ve okumasını bilen bir çift göz.
Bir kâinat kitabına baktı hayranlıkla, bir de Kurâna.
Aynı âyeti okudu ikisinde birden:
Bak Allahın rahmet eserlerine, ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor.
Bir daha okudu. Doyamadı.
Bir daha okudu. Sükûn bulmadı.
Bir daha okudu. Sonra bir daha. Sonra bir daha.
Her okuyuşunda dağlar cevap verdi. Barlanın taşında, toprağında, bu âyet o gün tam kırk defa yankılandı.
Şimdi bak Allahın rahmet eserlerine, ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bunu yapan, ölüleri diriltendir; Onun gücü herşeye yeter.
Eve döndüğünde artık okuma değil, okunanları kâğıda dökme vaktiydi.
Yaz kardeşim, dedi. Haşir Bahsi.
Sonra, bir kitaptan okurcasına döküldü kelimeler ve cümleler:
Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servetki her saatte bir şimendifer, gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ [sanatlı bir şekilde yapılmış] mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyornasıl sahipsiz olur?
Yazılanlar, cennet gibi bir memlekete gelen bir misafirin gözlemleriydi. Bir hikâye şeklinde başladı Haşir Bahsi. Fakat hayal gibi de gözükse, her satırı yaşanmıştı bu hikâyenin. Her saat başı gaipten gelip değerli mallarını dökerek giden şimendifer mi?
Seneye işarettir. Evet, bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaipten gelir.
Cennet gibi bir memleket, içinde yaşadığımız dünyadan başkası değildi. Fakat biz bu dünyadaki cenneti göremiyorduk. Hikâyenin kahramanındaki bakış açısı, bize, bir parçası olduğumuz evreni gerçek yüzüyle tanıtmaya başladı.
Bu gidişata, icraata bak: Nasıl en fakir, en zayıftan tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. . . . Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var.
Bak: Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz matûmât [yiyecekler] gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti [cömertliği], hesapsız, dolu hazineleri vardır.
Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Âdetâ bu hâli bir çöl, bir medenî şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.
Daha sonrası ise, bütün bu harikulâdelikleri gölgede bırakan bir haberdi:
Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına [saltanat merkezine] gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız.
Hikâyedeki kahramanın gözüyle bu dünyaya bakmayı ve bu güzel memleketin sayfalarını birer kitap gibi okumayı öğrenenlerin önünde, rububiyet, kerem, rahmet, hikmet, adalet gibi birçok kavram birer birer açılmaya ve renk renk güzelliklerini sergilemeye başlıyordu. Bu kavramların arkasında ise, Yer ve Gökler Rabbinin isimleri birer güneş gibi doğuyor ve herbiri bir âlemi aydınlatıyordu.
Bahar mevsiminde, cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslarla [sırmalı ipek kumaşlar gibi elbiseler] giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla [süslemeleriyle] süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hep rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak, ne kadar cemîl bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.
O kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, bir daha dönmemek üzere zeval ise, şefkati musibete, muhabbeti hırkate [yanmaya] ve nimeti nikmete [cezaya] ve aklı meşum bir âlete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle, hakikat-i rahmetin intıfâsı [sönmesi] lâzım gelir.Hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla; ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle; ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden müminlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?