Barla Modeli: 3 - Çiçekler ve böcekler

Ümit ŞİMŞEK

1926 yılının baharında Barla'da telif edilen eser, dört formalık bir kitap halinde İstanbul'da basıldı. Bu kitap vücuda geldiğinde, henüz ortada Risale-i Nur Külliyatı adıyla anılacak binlerce sayfalık eserler yoktu. Fakat yazılan, yazılacak olanların haberini kendi içinde taşıyordu—tıpkı bir ırmağın kaynağından haber getiren bir dere gibi. Eserin konusu farklı, yaklaşımı farklı, üslûbu farklıydı. Son derece güçlü bir mantığı vardı yazılanların; fakat o ne bir ders kitabı, ne bir felsefî eserdi. Bu güçlü mantık, büyüleyici bir üslûpla sarılıp sarmalanmıştı. Okuyanı kendisine çeken ve tekrar tekrar okumaya çağıran gizemli bir dildi bu. Cümleler zihinden içeri bir defa yol bulduktan sonra, insanın derinliklerinde karıştırmadık âlem bırakmıyor, küllenmiş duyguları bulup çıkarıyor, daha önce tadılmamış veya tadılıp da farkına varılmamış hazları uyandırıyordu. Bu satırların tasvir ettiği âleme giren yolcu, kendisini gerçekten de cennet gibi bir memleketin tam ortasında buluyor ve bir daha da oradan çıkmak istemiyordu.



Bu eseri daha başkaları izledi. Yazılanların hepsi insanı ve insanın içinde yaşadığı âlemi merkeze alıyor, onların etrafında inanç konularını örüyordu. Kâinat ve Kur'ân beraber okunuyordu bu satırlarda; hepsinde de o cennet gibi memleketin çeşit çeşit tasvirleri vardı:



İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn [çeşit çeşit] çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semavat ve arzı ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semavat ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kâinat sayfasında âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, haşmet ve kudret sahibidir.



Yazılan satırlar, yaşanan âlemle iç içeydi. Her an görülen, her zaman bizimle beraber olan, her yerde hayatımızın bir parçası olan varlıklar ve olaylardı bu satırların konusu. İnsan da bu varlıkların, bu kâinatın bir parçasıydı ve yeri, yaratılmış olanların en yüksek mevkiinde idi:



Hayatın bir kelime-i mektubedir, kalem-i kudretle yazılmış hikmetnümâ bir sözdür. Görünüp ve işitilip Esmâ-ı Hüsnâya delâlet eder.

Hayatının saadet içindeki kemali ise, senin hayatının aynasında temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne [yücelerin yücesine] çıkaran bir hadis-i kudsînin meal-i şerifi olan, “Ben göklere ve yere sığmam, lâkin mü'min kulumun kalbine sığarım” denilmiştir.



Yazılan diğer eserler, Haşir Risalesi gibi matbaa yüzü göremedi. Onlar tıpkı birer mektup gibi tek tek yazılıp öylece isteyenlere ulaştırılıyordu. Görünürde de bu eserlerin geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmasını sağlayacak hiçbir imkân yoktu. Tam tersine, şartlar, yazılanların orada, yazıldığı yerde kalmasını sağlayacak bir şekilde bir araya gelmişti. Müellifin bulunduğu yer, o günün ulaşım şartları içinde kuş uçmaz, kervan geçmez bir beldeydi; zaten bu nedenle, yalnız başına kalır da öylece unutulup gider düşüncesiyle oraya sürgün gönderilmişti. Yanına yaklaşabilenler, bir iki dakikalık da olsa bir sohbetine katılabilenler ise sınırlı sayıda kişilerdi; onlar da bu yüzden çeşitli sıkıntılara uğratılıyordu.



Fakat yeryüzünün bir köşesinde bir çiçek açtığı zaman, hemen o dakikada, çok uzak olmayan bir yerde böcekler uçar. Böceklerin adresi nasıl ele geçirdiğine kimse akıl erdiremez. Belki bir kısmında koku, bir kısmında ışık rol oynuyordur bu hadiselerin. Ama yapılan laboratuar deneylerinde, koku, ışık, zaman bildirecek ayrıntılar gibi düşünülebilen bütün ipuçları yok edildiği halde, belli bir çiçeğin açtığı dakikada, o çiçeğe ait böceklerin de, ondan bütünüyle habersiz bulundukları yerden, ona doğru uçuşa geçtikleri görülmüştür. Bu tabiat kanununa uygun bir şekilde, Risale-i Nur'ların telif edilmeye başlamasıyla hemen hemen aynı anda, bu eserlere doğru karşı konulmaz bir yöneliş ortaya çıktı. Önce civar köylerdeki, sonra git gide uzak belde ve şehirlerdeki insanlar, yeni yazılan eserleri gün gün takip etmeye başladılar. Artık bundan sonrası, telif edilen her yeni risaleye ulaşmak ve onu başkalarına ulaştırmak için, sonu gelmeyen bir yarıştı. Bu çapta bir ilgi, olağan şartlar altında, serbestçe yayılan ve geniş şekilde tanıtımı yapılan eserler için makul karşılanabilirdi belki; ama o günün imkânsızlıklarına, bir de “eserlerin yayılmaması için” uygulanan takip, baskı ve ceza yöntemleri eklendiğinde, ortaya, görmezlikten gelinemeyecek bir sonuç çıkmaktadır:



Bu çiçekler açtığı anda ona doğru uçuşa geçen böcekler, kendilerini sadece bir çiçeğin değil, pek çok tehlikenin de kucağına göz göre göre atmakta idiler.



umsimsek@gmail.com


İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.