‘Akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir.’ Böyle der mana semasının yıldızları olan ariflerimiz. Her an kafir olabileceği korkusuyla havf yörüngeli bir hayat sürmek, uçurumlara yuvarlanabileceği endişesiyle tir tir titremek. İman gibi kainat kadar büyük bir nimete nail olduktan sonra iblis’in fısıltılarına kanıp onu elden kaçırma telaşı içine girmek.
Hz. Peygamber’e (asm) nazil olan Kur’an’ı, beden ülkemizin Kabesi kalbimizin içine nazil oluyormuş gibi tertil ile okumak, dinlemek. Onunla bütünleşmek, bir nevi Kur’anlaşmak. Yürüyen Kur’an, konuşan Kur’an, hisseden Kur’an olmak.
Taklit temelli bir imanın, hadiselerin taarruzu karşısında mukavemet katsayısı yetersizdir. Onu tahkik şuuruyla, ihsan ufkuyla taçlandırmak gerek aksi halde tepetaklak olmak ihtimali her an mukadderdir.
İslam’ın delisi olmak, mecnunu olmak. O sevda uğruna bütün masivayı arkasına atmak. Böyle yetişmiş on tane mecnun dünyanın makus talihini değiştirmeye yeter, der Hz. Bediüzzaman. İslam’ı hayatının biricik amacı haline getirmek günümüz seküler insanın gözünde bir kelimeyle delilik.
Müslümanlığı şekilde, surette, zahirde yaşamak. Bir çeşit kültür Müslümanlığı daha oturaklı bir ifadeyle formel Müslümanlık. Medresenin tarih boyunca izini sürdüğü, üzerinde titrediği ve halka aşılamağa çalıştığı şey: İlmihal dindarlığı daha teknik bir tabirle klasik dindarlık. Mümeyyiz vasfı: Şekilcilik. Aksesuar. Ritüel.
Buna mukabil tekkenin rahminde gelişen, filizlenen, kökleşen ve çevresinde dal budak saran şey: ‘Barok dindarlık.’ Mümeyyiz vasfı: Derinlik. Genişlik. Uyumsuzluk.
Kelimelerin gerçek hukukunu koruyarak konuşmak gerekirse İman ve dahi ihsan, en kamil manada, medreseden ziyade tekkede temessül eder. ‘Ruhi hayatın minyatürü’ tekke. Tevazuun, mahviyetin ve hacaletin diyarı.
İmam Gazzali, imam Rabbani, Dehlevi, Hasan El-Benna, Kenan Rifai, Abdülhakim Arvasi, Şeyh Şamil, Şeyh Said, Rene Guenon… hepsi bu bahçenin güzel rayiha veren çiçekleri. Üveysilik. Halvetilik. Celvetilik. Kalenderilik. Melamilik…
Bütün cürufuna, bütün hurafesine, bütün bozulmuşluğuna, bütün derbederliğine rağmen hep sevimli, her daim munis. İnsana dair egzistansiyel (varoluşsal) birçok bilmecenin vuzuha kavuştuğu tek adres. Şekil, hakikate ulaşmak için sadece bir köprü, bir merdiven, bir berzah; asıl olan hakikatin ve mananın bizatihi kendisi.
İmam Gazzali’nin Nizamiye Medresesin de Rektörlük gibi büyük bir payeyi bırakıp ‘kuytu kuşeler’ olan tekkeye sığınışı. Tekkeye yani kendi gerçekliğine. Hakikatine. Varlık sancısıyla şakakları zonklayan her soylu kumaşın sabır çeşmesi tekke.
Üç ufuk, üç merhale, üç basamak: İman, İslam ve İhsan diyor, alemlerin efendisi. ‘Benim efendim, yol da kemendim.’ İman akideyi, İslam pratik yaşamı, ihsan ise deruni iç hayatı sembolize eder. İman ve İslam’ın sonucu ihsan da düğümlenir, onunla taçlanır, onunla kristalleşir.
‘ihsan, Allah’ı görüyormuş gibi ona kulluk etmektir.’ Marifet bilgisinin nihai sınırı. Bütün ibadetler, kılınan namazlar, tutulan oruçlar, verilen infaklar, yapılan cihatlar bu yüce amaca matuf değilse tek kelimeyle hepsi birer angarya sadece. İhsan ufku, İnsanı kuşatan dört zindandan biri olan benlik zindanından kurtulmanın yegane çaresi.
Bir ağaca benzetecek olursak; İman ağacın temeli, İslam gövdesi, ihsan ise meyvesi. Meyvesiz bir ağaç nasılsa ihsansız bir kullukta aynen öyledir. Mat, sevimsiz, verimsiz. Her şey kabukta, yüzeyde ve dekorda. Kibir kokar, gurur kokar, ego kokar. Fasit bir daire içinde dönüp durur biteviye.
Hz. Musa’nın (a.s) Sina dağı yamacında, mukaddes vadi olan Tuva’nın yanında, Efendimizin (a.s) Hira mağarasının içerisinde duyduğu o esrarengiz haşyet.
Kültür Müslümanlığı ya da formel Müslümanlık küfürden bile daha tehlikeli daha ölümcül. Çünkü İçinde ülfet var, alışkanlık var, ünsiyet var. Bunlar ise hakikatin en azılı düşmanları. Sen kendini hakikate tam açmazsan, hakikat açmaz kendini sana. Zira her ‘mana nazlı ve cilvegir.’
Kardeş Pakistan’ın zeki çocuğu Muhammed İkbal, Londra da tam on sekiz yıl o sisli ve bulanık havada hiç teheccüd namazı kaçırmadım der, hatıralarında. Çocukluğunda Kur’anla kurduğu aşk seviyesindeki ‘delice’ ilişki erbabının malumu.
On sekiz yıl o kasvetli, boğucu havada Rabbiyle ilişkisini bu denli canlı ve diri tutmak üstelik diyar-ı küfürde. Kaç faniye nasip olur böylesi bir mazhariyet? “Deccal” yazarının o bitimi olmayan nihilist ara sokaklarında aylarca dolaşma ve buna rağmen kullukta bu kabil bir şuur içerisinde bulunma. Bu nasıl fark, bu nasıl tefrik, bu nasıl temyiz? La’nın son sınırında İlla’yı bulma bu olsa gerek. İlla’yı ‘o mübarek oluş sırrını’ yani.
Zahirden batına geçmeden, zeval de kemali görmeden, fani de bakiyi yaşamadan böyle derin bir ufku yakalamak mümkün değil. Mesele retorikte ve ritüellerde değil, derunda. Batında. Barokta. Eskilerin o eskimez tabiriyle marifetullahta.