Geçen gün uyku ihtiyacı ile uykusuzluk hali arasında gidip geldiğim bir vakitte, bir film seyrettim. Sinema dili açısından filme kaç puan verilir bilmiyorum, muhtemelen ‘vasat bir film’ sayılır. Ama, seyredene kazandırdığı açısından, vasatın üstünde sayılmayı sanırım hak ediyordur.
Film, yanılmıyorsam 60’lı yıllar Amerikası’nın bir küçük şehrinde yaşanan son derece insanî bir olayı anlatıyordu. Aynı zamanda okulun Amerikan futbolu koçluğunu da yapan bir lise öğretmeni, bir parça okuyabilen, ama yazamayan, zaten zar-zor konuşan, bugün dilimizde ‘zeka özürlü’ diye anılan toplumdan yalıtılmış bir delikanlıyla birebir ilgileniyor; ve bu ilgiden herkesi ilgilendiren son derece sıcak insanî mesajlar çıkıyordu. O güne dek horlanan o delikanlının da bir duygu âlemi olduğu, bu duygu âleminde küçük çocuklar kadar korumasız ama bir o kadar da tertemiz olduğu, ona yardım edilirken gerçekte horlanan bir kişideki insanî değerleri dışa vurarak onun kendisine yardım edenlere yaptığı insanî yardım filmin kareleri bir bir aktıkça biraz daha berraklıkla ortaya çıkıyordu izleyenin iç âleminde. Duygu yüklü, düşündürücü, sımsıcak bir filmdi kısacası...
Ve filmin bitiminde, böylesi filmlerde alışık olduğumuz üzere, otuz yıl, kırk yıl sonrasına dair birkaç kare ve bir bilgi notu düşüyordu ekrana...
‘Başarı’ kareleri ve ‘başarı’ya dair notlar...
Filmin kahramanı zeka özürlü çocuğa yardım eden öğretmen, sonraki kırk yılında şöyle bir başarının altına imza atmış, o zeka özürlü delikanlı da bu desteğin eşliğinde bir noktada, Amerikan futbolunda öylesine derinleşmiş ki, o şehrin gelmiş geçmiş en iyi Amerikan futbolu koçu olarak ün salmış.
Filmin sonundaki bu notu izlerken, kendi kendime, “İşte azmin zaferi! İşte insanîliğin getirdiği sonuç!” filan diye zıplamadım.
Bilakis, enfes bir yemeğe tam kaşığımı daldırırken içine sinek düştüğünde nasıl bir duygu yaşarsam, öyle bir duygu içimi sardı.
Bu notlar, benim dünyamda, filmin taşıdığı bütün o güzelim mesajları, hatıra getirdiği bütün o insanî değerleri sildi süpürdü sanki.
İçimden, “Bütün bunlar” dedim, “bunun için miydi yani?”
Başarı için...
Bakın, siz de başarılı olmak istiyorsanız insanlara yardım edin. Siz insanların içindeki cevheri çıkarmaya çalışın ki sizin de içinizdeki cevher açığa çıksın.
Bakın, sıcak bir ilgi zeka özürlü bir çocuktan da başarılı bir insan çıkarabilir.
Bu mu olmalıydı filmin mesajı?
Kendi kendime, filmi bir de şu notlarla bitirmeyi denedim:
Aynı zamanda futbol koçu da olan öğretmen, bu delikanlıya gösterdiği özel ilgi yüzünden, onun ‘özürlüler’ okulunda değil normal bir lisede eğitime devam etmesi yönündeki gayretleri yüzünden önce okul idaresiyle, sonra şehrin eğitim departmanıyla takışır ve okulu bırakmak zorunda kalır. Ama delikanlıyı yüzüstü bırakmaz. Delikanlı da zekavet olarak zerre miskal bir ilerleme göstermez. Ama yaşadığı süre boyunca sevildiğini bilerek, Rabbinin kullarının kalbine koyduğu bir merhametten hissedar olarak yaşar.
Kendi namıma, sonunda ‘başarı’ mesajı üretilen ve ‘başarı’yla meşrulaştırılan bir insanîlik talimi yerine, böylesi bir tablo daha ‘gerçekçi’ göründü bana.
Filmin kahramanı öğretmeni, bu çabasında bir sonuç alamasa, yani ‘başarılı’ olamasa bile ‘başarılı’ buldum. Başarılıydı; çünkü, kendini düşünmeyi aşmış, feragat yeteneğini göstermiş, bir başkasının iç dünyasına nüfuz edebilmeyi, onun da bir insan olduğu gerçeğinden hareketle onunla insan-insan ilişkisi kurabilmeyi başarmış; ve o insana sevildiğini, horlanmadığını hissettirmiş; horlanmasının değişmez bir yazı değil, kalitesiz insanların zaafiyeti olduğunu göstermişti...
Başarı olarak, bu kadarı yetmez miydi?
Bunun üstüne, absürd bir kırk yıl sonra en iyi koçlardan biri olma vasfı eklenmesine ne gerek vardı?
Gelin görün ki, ‘Amerikan rüyası’nın herkesi meşgul ettiği bir dünyada yaşıyoruz.
Bu dünyada, başardığınız, bu dünyada bir yere gelmenizden anlaşılıyor. Başarınız, dünyevîlik ölçütleri içinde bir sonuca ulaşmanızla ölçülüyor.
Oysa bizim ruh iklimimiz, ‘Kâbe yollarına düşmüş karınca’ meseliyle örülmüştür asırlar boyu. Yahut, Nemrut’un hazırladığı külhanları haber alıp ağzına aldığı suyla İbrahim aleyhisselamın yardımına koşan karınca timsaliyle... Başarının kendi elinde olmadığını bilen, ama beyhude bir iş peşinde olduğunu bildirenlere “Bende bu niyet, Rabbimde bu kudret olduktan sonra...” cevabını verip, “tevfik Allah’tan” diyerek başarıyı O’ndan bilip O’na atfeden karınca misaliyle...
Ne dersiniz?
“Gayret bizden, tevfik Allah’tan” sözünü, ezbere söylemeden, iki kere daha mı düşünmeli?
Biz başarmaya mecbur değiliz.
Gayret göstermeye mecburuz biz.
Başarı yüceltmez bizi, o Allah’tandır çünkü.
Bizi gayretimiz yüceltir—başaramasak bile...