Cemaatlerle ilgili yazım nedense tuhaf bir tartışmaya yol açtı. Biz güya cemaatlerin hakikatinin bir olduğunu gösterelim derken, birileri bunu dahi ayrışmanın ve yek diğerinin hakikatini inkar etmenin vesilesi yaptı.
Kimisi, neden şunu andın, kimisi neden bunu anmadın, kimisi, şununla şunu neden birlikte andın diye beni kınadılar eleştirdiler. Anladım ki ahir zamanda ‘nifak perdesi altında Risalet-i Ahmediye’ye karşı çıkacak’ dinsizlik cereyanı hala iş başında. Onun ehli iman arasına saldığı nifak bütün dehşetiyle işliyor.
‘Bunu nasıl anlatayım’ diye bir çare ararken, bir de baktım bir mail gelmiş, sanki tam da benim zihnimdeki sorulara cevap veriyor.
Bediuzzaman, birlikte ibadet etmenin gücünü ve güzelliğini anlatmak babından, on beşinci Şuada, Fatiha Suresi’nin “İyyake na’budu ve iyyake nastaîn” (BİZ yalnız SANA ibadet eder ve yalnız SEN’den yardım dileriz) ayetini tefsir eder. Ayette geçen BİZ ifadesinin ne anlama geldiğini şöyle anlatır:
“Ben o zaman İstanbul’da Beyazıt Camii’nde namaz kılarken ‘iyyâke na’budu ve iyyâke nastain’ dedim. Baktım o camideki cemaat benim gibi diyerek bu davama ‘ihdinâ (bizi doğru yola ilet)’daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri zamanda bir perde daha açıldı.
Gördüm ki İstanbul’un bütün mescitleri, büyük bir Beyazıt hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi “İyyâke na’budu ve iyyâke nastaîn” deyip benim davalarıma ve dualarıma imza basıyorlar, amin diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı.
Gördüm ki âlem-i İslam, büyük bir mescit suretini aldı. Mekke, Kabe mihrap hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevi bir tarzda o kutsi mihraba teveccüh ederek, benim gibi “ihdinâ”, “İyyâke na’budu ve iyyâke nastain” deyip her biri umum namına hem dua, hem dava, hem tasdik eder, hem de onları kendine şefaatçi yapar. “Hem bu kadar azim, büyük bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez” diye Şeytani vesveseleri tardeder....” (Şualar, 515)
Daha sonraki satırlarda Bediuzzaman'ın, kâinatın, ‘BİZ’ kelimesi içine giren varlıklarını ve cemaatlerini de izah eder. Ve kısaca her bir cemaati, o namazda saf tutan Müslümanların bir safına benzetir. Ve ‘Biz’ ile de bütün Müslümanları kast eder. Acaba kimin haddine ki o büyük cemaatte saf tutmuş Müslüman’ı, o ulvi birlikteliğin haricine atabilsin?
Ama birileri var ki, diğerinin hoşlanmadığı bir sıfatını esas alıp bir cemaati bütün unsurlarıyla münkir veya münafık addediyor. Acaba şu yukarıda zikredilen hakikat göz önüne alınsa, itham eden kendisini mi itham eder, yoksa karşısındakini mi? Yazık. Siyaset marazı, makam hırsı, liderlik ihtirası cemaatlerin ‘rahmani basiretini’ perdelemiş, katarkt olmuşuz…
Evet, katarakt olmuşuz. O yüzden bulanık görüyoruz. Bulanık gördüğümüz için de kafamız karışıyor. Bütünü ihata edemiyoruz. Her meseleye ve her nesneye hep ve daima aynı yerden baktığımız için o nesnenin veya olayın diğer beş yönünü göremiyoruz. Bakmaya da gerek görmüyor. Çünkü herkes kendini ‘yegane’ hak biliyor. Ve asla ötekine insafla bakmak istemiyor.
İşte bu durum, tam bir Âhirzaman fitnesidir. Basar masnuatı gördüğü halde basiret Sanii görmeye yanaşmıyor. Kendi elindekinin cam, ötekinin elmas olduğunu bile bile elindeki cıncığı elmastan daha kıymetli göstermek için iftira atabiliyor. Çünkü bu asrın garip bir özelliğidir ki hazır bir gram lezzeti, gelecekteki bir batman nimete tercih ettirebiliyor…
Bu zamanın bir değir özelliği de fitne. O fitnenin esas gayesi; ehli iman arasına nifak sokup o nifak perdesi altında Risalet-i Ahmediye hakikatini yaralamaya çalışmaktır. Yani onun âlem şümul hakikatini iskat ettirtmektir. Bugün, hadislere, sünnete karşı çıkan, ‘sadece Kur’an’ı biliriz’ deyip müminlerin kafasını karıştıran ortalıkta ne kadar âlim ulema(!) dolaştığını bir düşünün.
Hele bazı grupların bir ucu siyasetle bağlandığı ve propaganda ile tebliğ arasındaki incelik, artık ayırt edilemediği için o cemaat mensupları, kendi ihvanı olmayanları camii içine bile almıyor. Bu nifaktır. Nifak da ayrılıktır. Kim ayrılık üzerine bir faaliyette bulunursa nifaka kapı aralıyor demektir.
Elbette hiç birimizin diğerine ‘sen münafıksın’ demeye ne hakkı ve haddi var. Ama ortalıkta da bol miktarda nifak var. Demek ki birileri bu nifakı yani Müslümanlar arasındaki ayrılıkları körüklüyor, ne yapacağız?
* * *
Namaz kılan bir cemaatin bir saftan ibaret olmayacağını bilen bir Müslüman, pekâlâ bütün Müslümanların da bir cemaat veya bir meşrepte olamayacağını bilir. Saflar ne kadar çoksa o cemaat o kadar büyüktür. Bunu böyle anlamak yerine, birçoğumuz, arkada saf tutmuş olanları ‘sen arka safta yer alıyorsun, makbul değilsin’ demeye getiriyor veya onun namazını bile makbul saymıyor.
Bazı okurlarım ise, böyle bir yazı yazmamı nifak saymışlar. ‘Sen isim vermiyorsun bütün cemaatleri karalıyorsun’ diyorlar. Tam aksine, ben her cemaatin bir hakikati olduğuna inandığımı söylüyorum. ‘Bir hakikat olmazsa insanlar oralarda bir araya gelmez’ diyorum. Ama insanlar, kol ve bacak mesabesinde olan bir cemaat ile el ve parmak mesabesinde olan bir diğerini ‘aynı’ olmaya çağırıyorlar.
‘Bedende ayağın işlevi başkadır, gözün, kulağın işlevi başkadır, dilin damağın işlevi başkadır. Bu cemaatlerin her biri, adı İslam olan bir bedenin uzuvları gibidir. Sol elin tuttuğuna sağ el ‘bana ne’ diyorsa, ortada ciddi bir arıza var’ demek istiyorum. Hepsi bu… Ama görüyorum ki adı İslam olan bedenin kafası karışık.
Şu hali bir misal ile anlatayım derken İsmet Öz diye bir okurum imdadıma yetişti. Gönderdiği bir anekdotu aktarmak istiyorum. Bilmeden de olsa nifaka sebebiyet verenleri anlamamız babından güzel bir misal. Onu size aktarayım, gerisini siz benden daha iyi ayırt edersiniz. Şöyle diyor ÖZ:
“Diyelim ki, bir iş var ve o işe biri alınacak. İşe alacak kurumun başında da –hadi nurcu diyelim, çünkü en çok onlara saldırı var- bir nurcu olsun ve elinde de böyle mükemmel hakikatler (Kur'an Hakikatı) bulunsun.
İşe alınacak eleman için bir takım ön şartlar gerekir elbette. Mesleğinin erbabı olacak, ehil olacak, dil bilecek v.s. Bu durumda, o işe en uygun elemanı seçmek için bir imtihan açılır ve imtihana girenlerden en layık olan işe alınır. Hak ve hukuk bunu gerektirir.
Ancak nurcu olan o yetkili bu şekilde yapmayıp da tanıdık eş dost veya cemaatten birisini el altından işe alırsa ve ondan daha iyi iş yapacak olan da ortalıkta kalırsa, işte bu nifaka sebep olur. Müslümanların arasına nifak düşmesine yol açar ve böylece nifak perdesi altında çalışan dinsizlik cereyanlarına kuvvet kazandırmış olur.”
Peki bu şekilde davranan “nurcu” var mıdır? Vardır!
Öteki cemaatten, beriki cemaatten var mıdır? Vardır.
Yani yok birbirimizden farkımız. Öyle değil mi?
* * *
İslam, işte ve hizmette liyakat ve ehliyeti önceler, asabiyet ve dindarlığı veya mensubiyeti değil! Hz. Osman bürokraside akraba ve mensubiyeti esas aldığı için İslam içtimaiyatının içine azim bir bela koydu. Bugün hala onun sıkıntılarını çekiyoruz... Oysa Hz. Ömer, iş yaptırmak açısından ‘kahtı rical’ (ehil adam eksikliği)den bahsetmiş, adam yokluğundan yakınmış. Demek ki işte esas olan liyakattir; iman, takva vs değil….
Bazen ehil olan bir sanatkâr sarhoş olabilir. Onun sarhoşluğuna değil, sanatkârlığına bakılır. Ama biz ‘benim adamım, benim cemaatim, benim ırkdaşım v.s’ diyerek nifaka yapıyoruz.
Tabii ki burada cemaatlerin koruyucu ve kollayıcı özelliklerine saldırmak gibi bir niyetim yok. Ama kendi şahsi deneyimlerimden de biliyorum ki, işte liyakat değil, mensubiyet esas alınıyor. –bu problem yavaş yavaş düzeliyor- Bu da bana göre alttan alta ‘nifak’ın beslenip azmanlaşmasına yol açıyor.
Yani böylece, ‘nurcu’ olduğu ve risale-i nur’u okuduğu halde, işte kayırma yapan, risale-i nura değil, nifaka hizmet etmiş oluyor. Çünkü Bediuzzaman’ın da telkin ettiği, İslam’ın iş hayatında esas aldığı ehliyet ve liyakat düsturuna uymamış oluyor. Aynı durum bütün cemaatlerde yaşanıyor.
Bizim aşmamız gereken bu. Yoksa cemaatleri lağvedelim veya hepsi birbiri gibi olsun demek, hem hakikatsizliktir hem cahillik. Öyleyse dünyevi makamlar için verilen mücadeleler ile manevi makamlar için serd edilen ceht ve gayretleri birbirinden ayırt etmemiz gerekir.
Manevi makamlar açısından kim yüksekte kim aşağıda bilemeyiz. Onu Rabbül alemin bilir. Amma dünya açından adil olmakla mükellefiz. Adalet yapmanın usulleri de ortada. Esasında, bütün sıkıntı bu usul ve umdeleri bilmememizden kaynaklanıyor. Yahut da bu usul ve umdelerin bu asırda nasıl olması gerektiği konusundaki anlaşmazlıktan kaynaklanıyor.
O esaslarda zihinsel bir mutabakata ulaşmamız gerekiyor. O da çağı okumak ve İslamı bu çağın idrakine göre algılayıp algılamadığımıza bağlı. Bu sıkıntıyı aşmalıyız. Bunu aşamadığımız takdirde, İslam’ın o büyük ve kuşatıcı ruhu, bizi sarmalamaz. Büyük düşünemeyiz.
Büyük düşünemediğimiz için de beşer için kurtuluş olacağını sandığımız büyük İslam Medeniyetini (Asya medeniyeti) gerçekleştirmemiz mümkün olmaz. İstikbal inkılabâtı içindeki en azim sesin İslam ve Kur’an olmasına mani oluruz. Çünkü nifak hastalığı ile iltihaplanmış bir toplumda ‘İnsaniyet-i Kübra’ olan yüksek İslam hakikati karar kılmaz veya o bünye öyle bir hakikati taşıyamaz…
Haber 7