Her nedense Asay-ı Musa'daki Üçüncü Mesele biraz da kendimi muhatap alarak okuduğumda, beni epeyce hüzne boğar. Bir defasında derste okurken ağladımı unutamam.
Eskişehir hapishanesinin penceresinden lise mektebinin kızlarının raksını gören aziz insan, onların 50-60 sene sonraki şimdiki güldüklerinin hazin âkıbetini müşahade edince, onların bu acınacak hallerine ağlıyor. Onlardan birkısmı da daha dünyada kabre gitmeden perişan hallere düşüyor. Çünkü gençliğinde onu alkışlatan tazeliği, raksı, alayişi, nümayişi gitmiş; artık alkış alacak bir vaziyeti kalmamıştır. Ya kedisi ile teselli buluyor veya tek başına kalmış kapısını açacak birini gözlüyor.
Öncelikle bu dersi, kendimizi muhatap alarak okumalıyız. Elli sene sonraki ya da muhakkak uğrayacağımız kabrimizdeki hâlimizi, mânevi bir sinemayla seyretmeliyiz. Her saniyemizle saadet veya şekavet menzillerini tuğla tuğla ördüğümüz uhrevî hayatımızın ilk durağı kabrin karanlığında, o karanlığa bir nur serpecek, medet verecek hâl ve keyfiyetlerimizi imtihan salonunda ve fırsat elde iken iyice bir kontrolden geçirmek, bunun murakabesi ve disiplini altında yaşamanın heyecanını kaybetmemeliyiz.
Üstad, günahkârın günahına ağlıyor. Günahkâra düşman olmuyor da günaha düşman oluyor. Onun o günahları dışında çok iyi yönleri olabilir, onu biliyor. Bir müslimin her bir sıfatı Müslüman olması lazım gelmediği gibi; her bir kâfirin veya günahkârın da her bir sıfatı kâfir ya da kötü değildir. Günahları yüzünden insanlar terk edilse, nefsimiz dahil hiç kimseyi bulamazdık herhalde. O zaman noktay-ı nazarımız, günahları ıslaha ya da hasenatlara yönelik olmalıdır. Hasenatları zaten daha çoksa, o insan muhabbete de layıktır. Mahşerde hükm-ü ilâhi noktası da zaten böyle.
Evet, günaha ağlamak, onun kaldırılmasına, def'ine çalışmak, bunu bir ömür sürdürmek kolay değil. Nurlarda birçok yerde meslek ve meşrebimizin dört esası "acz,fakr, şefkat ve tefekkür" olarak geçen kısmın şefkat esasını, ben biraz eksik anlıyormuşum. Bunu Tesettür Risalesini okurken fark ettim. Şefkati ben daha çok, merhamet-İlâhiyenin kâinatta özellikle canlılarda bilhassa anne ve babalarda tezahür eden acıma, merhamet etme tecellisi olarak anlıyordum. Bir tavuğun bu şefkatin gücüyle ite saldırması; aslanın aç kalıp yavrusunu doyurması gibi, umum validelerde görünen yavrularına olan yaklaşımlarını anlıyordum. Bütün bu insanî ve hayvanî validelerin şefkati bizi, bu şefkatlerin geldiği asıl kaynak olan şefkat ve merhamet-i ilâhiyeye götürüyor, bu doğruydu belki ama eksikmiş. Şefkatin bir de ahirete, ebedî hayata bakan yönü bulunuyormuş. Asıl şefkatin insanların ebedî hayatlarını temin etmede duyulan acımak olduğunu, üstadın annemden aldığım ve sonradan binler zatlardan aldığım dersleri onun üzerine bina ettiğim dediği; şimdilerde biraz da tek taraflı olarak sadece dünyevî makamlar için, yanlış olarak kullanılan şefkat dersinin seksen yaşlarında bile, büyük hakikatleri içinde gördüğü esas çekirdek oluşundan anlıyoruz.
İnsanların dünyevî ya da uhrevî kayıplarından, düştükleri zor durumlarından dolayı, onlara acınır şefkat ve yardım hissi duyulur.
İnsanoğlu durağının biri dünya olan bir yolculuk serüvenindedir. Dünya durağında onlara yardım olabildiği gibi; kabir ile başlayan ebed yolculuğunda da onların yollarını aydınlatacak, onlara sağlam bir vesika kat'i bir delil olabilecek bir iyilikte bulunmak da şefkatin gereğidir. Belki de asıl şefkat de iyilik de merhamet de budur. İşte üstada "Karşımda bir yangın var. İçinde evladım yanıyor." dedirten de bu şefkat hakikati değil midir?
Yine Üstadın Emirdağ Lahikası'nda, soru soran meçhul zâtın şuphelerine verdiği cevabın üçüncü kısmında "kutsî fedakârlığın bir zerresi" olarak ifade edip aynı isteği "İman ile cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için, cehenneme girmeyi kabul ederim." şeklindeki kendi duasına ilham aldığı Sıddık-ı Ekber'in dediği olan: "Mü'minlerin cehenneme gitmemesi için, Allah'tan isterim benim vücudumu cehennemde büyütsün ki onların yerine azab çeksin." temennisi de bir şefkatin neticesi değil midir? Bunlar, başkasının günahına ağlamanın zirvesidir aynı zamanda. Bazıları bunu tenkid ediyor. Fedakârlığı bilmeyen, anlamayanlar bunu da maalesef anlamıyorlar ve reddediyorlar. Fakat yanlış kullanılan şefkat, ne yazık ki hep kısa dünya hayatı konforu için sarf edilmekte, bazen ahiret hayatı hiç hatıra getirilmemektedir. Hatta şefkatini bu yönde kullananlar, bazılarınca kınanmakta onların bu yüksek halleri bile sorgulamakta ve yanlış aktarılmaktadır. Kendi gönül dünyasını mâneviyata kapayıp tek dünyalı olanlardan biri, yukarıda bahsettiğim yüksek şefkat temennilerini bir türlü kabullenmedi hatta bu şefkat fedakârlığını onların ahireti bilmemelerine hamletti.
Halbuki başta bizim Peygamberimiz (asm) bütün peygamberler, bu şefkatin zirve insanlarıydı. Bu şefkat değil miydi ki daha dünyaya gelir gelmez Hz. Peygambere "ümmeti ümmeti" dedirten. Aynı şekilde Hazret-i Peygamberin (asm) hadsiz salavata ihtiyaç gösterip bunu ümmetinden istemesi, onun hadsiz şefkatini gösterdiği gibi; yine Tevbe Suresinin 128. ve 129. meşhur âyetleri de onun ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini ifade ediyor.
İşte peygamber varisi olan âlimler de bu şefkatle mazhar olmaya çalışmışlardır. Said Nursi ise bu şefkati, meslek ve meşreb esasları arasına almış; milletimizin imanı için, her türlü tehlikeyi emsalsiz sıkıntılara göğüs germiş, o şefkatin neticesi olarak, dünyasını zindana çevirenlere bile hidayet temenni ederek ve hakkını helal etmiştir. Hep ama hep başkasının günahına ağlamış, başkasının imanına hizmet için mevki, makam, mansıptan vazgeçmiş, dünya namına bir zevk tatmamış; torunu torbası, türbesi, bir dikili ağacı olmadığı gibi, ihlâsın ve hizmetin selameti ve bekası adına dünyada istemediği hürmeti vefatından sonra da istememiştir. Bütün nazarları hizmet-imaniyeye ve bunun vesilesi olan eserlerine yönlendirmiştir.
Evet dostlar, kendi kurtuluşumuz başkasının kurtuluşuna bağlıdır. Kendi eksik ve kusurlu yanlarımıza acımasız, fakat gayrısına müsamahakâr ve şefkatle yaklaşırsak; hem zulümden kurtulur, hem de muhatap buluruz. Demek şefkat, kâinat yüzüne serpilen bir nur olduğu gibi, yolumuzu aydınlatan bir unsurdur da aynı zamanda.
Selam ve dua ile.