Batan güneş hüznümün habercisi yine. Yalnızlık kaplı içimde. Geçmişe duyduğum özlemlerim, geleceğe dair korkularım... Hepsi güneşin batışıyla su yüzüne çıkmaya başladı işte.
Bu hüzün çok tanıdık. İnce bir sızı önce, sonra uzun uzun düşünceler... Kim bilir, belki de bu ince sızıyı seviyorumdur.
Düşündükçe görebiliyor insan, gerçekleri... Yaşarken kızdığım hâdiseler, “Hep beni mi bulurlar?” dediklerim, gün geliyor, “İyi ki beni bulmuşlar” dedirtiyorlar. “Her şerde dahi bir hayır vardır” diyorum,ama, ancak hayrını gördüğüm zaman şerre sitemim diniyor. İlkinde anlamıyor insan, ikincisinde göremiyor... Rabb’im öyle sabırlı ki, tam manasıyla idrak edene kadar aynı yerden vuruyor şefkat tokatlarını. O’nun şefkat tokatlarıyla sevdim ben bu ince sızıyı.
İnsanı insan yapan, yaşadıklarıdır. Çok derdi olan, dönüp Rabb’ine sığındıysa olgun olandır. O’na sığınmak... Küçük bir çocuğun annesinden işittiği azara rağmen dönüp yine ona sarılarak teselli bulması gibi, O’ndan gelene ancak O’na sığınarak dayanabiliyor insan. Yarayı veren Yaradan’sa, devası da ondadır, tesellisi de.
Hani hep dayanma gücü isteriz O’ndan, kaldıramayacağımız yükle imtihan etme deriz. Peki gerçekte dayanma gücünü nerde arıyoruz? Boş sevgilerde, “kişisel gelişim” kitaplarında, terapilerde...
Aradığımız bir yol adresi var, ama elimizdeki adresler hep çıkmaz sokak. Asrın insanı bu yüzden dertli. Sonra, bir de aradığımızı bulamayınca, kızmalarımız var; sağa sola. Sanki yapılması gerekeni yaptık, uğraştık, çabaladık da netice alamadık. Şuçluları dışarıda arıyoruz hep, nedense hiç dönüp aynaya tutamıyoruz içimizdekileri.
Velev ki elimizden gelen herşeyi yaptık diyelim, yine de kimseye kızmaya hakkımız yok ki. Sanırım biz sebepleri, vesileleri çok önemsiyoruz. Böyle yaptıkça da hikmet perdesi kalınlaşıyor, asıl gerçeği göremiyoruz. Gerçekleri göremedikçe kızgınlığımız daha da artıyor. Herkese, herşeye öfkeli değil mi artık insanlar. Hep kızsacak birşeyleri var. Patronuna kızan mı arasınız, öğretmenine kızan mı... Hattâ yolda yürüyen insanlara bile “Ne diye dışarıda geziyorlar ki?” diye homurdanan, sinirlenen mi arasınız. Kime nasıl olduğunu sorsanız, şikayetlere başlar oldu artık.
Peki ama bizi gerçeklerden ne uzaklaştırdı bu kadar? Birilerine kızarken, kızdığımız gerçekte (haşa) Yaradan değil mi?
Aslında içimizde bunları sorgulamaktan korktuğumuz için sebeplere yükledik herşeyi. Vicdanlarımızı körleştirip, aklanmaya çalıştık. Bir başbaşa kalsak kendimizle, kızdığımızın kendimiz olacağını anlayacağız. Lakin bırakın yalnız kalmayı, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, herkes aslî vazifelerini bile yapamayacak kadar yoğun. Tabir-i caizse; “Kafalarını kaşıyacak vakitleri yok! ”
İnsanın kendinin tanımaya bile vakti yoksa, niye yaşar ki? Kendisini tanımayan başkasını anlayamaz, başkasını anlayamayan bencil olur, bencil olan ise kendisinde göremez suçu. Netice, sokaklarda barut gibi gezen bir sürü insan.
O zaman, önce kendisine dönmeli insan. Kalbine ayna tutabilmeli, kendisini tanımalı, kendisini duymalı. İçindeki sese kulak vermeli. İçindeki sesi imanla beslemeli, bilmeli ki, içindeki sesi imanla beslerse zor anında, çözüm bulamadığı durumlarda doğru yolu imanının sesi bulduracaktır kendisine.
İçimdeki sızıyla başlayan düşünceler nerelere getirdi beni. Başta da dedim ya, düşündükçe anlıyor insna gerçekleri...
Güneşin batışıyla içimi kaplayan hüzün, yerini geceye bırakmakta artık. Ben hüznümü bu yüzden seviyorum. Çünkü; biliyorum, sabaha çıkabilmem için önce zifiri karanlıklarda tek tek ışıkları açmam gerekiyor. Şimdi zihnim aydınlık, kalbim mutmain. Bir yol daha son buluyor düşünce alemimde. Belki de yeni başlıyor, bilemiyorum, ama şundan eminim; daha yürünecek çok yol, açılacak çok ışık, bekleyen çok soru ve bilmediğimi çok “ben” var içimde.
Kendimle her buluşmamda tekrar tanışıyorum “ben”le. Ve her seferinde, ister iyi olsun, ister kötü “Tanıştığıma memnun oldum!”, diyebiliyorum kendime.
Kendinizi ihmal etmeyin, tanışın. Tanıştığınıza memnun olacaksınız.