Risale Haber-Haber Merkezi
SAİD NURSİ'NİN ADRESİNİ İSTEDİM GÜLÜŞMEYE BAŞLADILAR
Badıllı ağabey, Bediüzzaman ve Risale-i Nur ile nasıl tanıştığını şöyle anlatmıştı.
"Sene 1953... Eylül ayı içinde idi. Birgün kalktım, artık bu gaye-i kalbiyemi tahakkuk ettirmek, gidip sevgili Üstadı ziyaret edip, tarikatını almak niyetiyle Urfa'ya gittim. Vakit, kuşluk vaktiydi. Rıdvaniye Camiine doğru yürüdüm. Yaşım 16-17 civarındaydı. Vücutça hayli gelişmiş, pehlivan tipliydim. Fakat çok utangaç ve çekingendim. Camiin dış kapısından avluya girdim. Fakat şimdi girip ne diyeceğim diye çok utanıyordum. İki defa talebelerin bulunduğu hücrenin köşesinden başımı çıkarıp, bir daha içeri çekildim. Üçüncü defasında kendimi sıkıp yürüdüm, hücrenin kapısına vardım. 'Esselâmü aleyküm' deyip kuru bir tahta ve üstüne serilmiş çok eski bir kilim üstünde oturdum. Talebelerden birisi çok genç, birisi de 25-30 yaşlarında idi. İkisi de bana 'Hoşgeldin kardaşım' dediler. Yarım yamalak Türkçem ile pek anlaşamıyordum. O çok genç dediğim Hüsnü Ağabey, mütemadiyen yazıyordu. Abdullah Ağabey benimle alâkadar oldu, sohbet ediyordu.
RİSALE-İ NUR MESLEĞİ TARİKAT DEĞİLDİR
Biraz sonra niyetimi izhar ettim. Ve 'Sizden Şeyh Said-el Kürdî'nin adresini alıp ziyaretine gitmek ve tarikat almak için yanına gideceğim' dedim. Baktım her iki talebe de gülüşmeye başladılar. Biraz sonra Abdullah Ağabey, 'Kardeşim, Üstadımız tarikat vermez, Risale-i Nur mesleği tarikat değildir' dedi. Ben ilkin şaka ediyorlar diye bekledim, sonra bu mesele üzerinde konuşmaya devam etti ve kitaptan bazı yarler okudu ise de, ben bir türlü inanamıyordum. Ne demek, bir mürşid, bir şeyh nasıl tarikat vermez, tarikatsız olur mu? Fakat Abdullah Ağabey, ciddi ciddi ikna etmeye çalışıyordu. Öğle zamanı oldu namaz kıldık. Öğle yemeğine dışarı gidip birşeyler yiyip, tekrar dönmek istedimse de beni bırakmadılar. Öğle yemeğini beraber yedik. İkindi oldu, yatsı oldu. Hem Abdullah Ağabey konuşuyor. Risale-i Nur'un mahiyetini ve Üstadın mesleğini anlatıyordu. Fakat Abdullah Ağabey, hep Üstad, Üstad diye konuşuyordu. Ben ise Şeyh Said, yahut Molla Said diye konuşuyordum. Yatsıdan sonra da beni bırakmadılar. O gece orada kaldım. İkinci gün öğleye kadar yanlarında kaldım. Artık Üstadın tarikat vermediğini, tarikatın zamanı olmadığını bir derece anladım.
BEDİÜZZAMAN'DAN CEVAP GELMEDEN YOLA ÇIK
"Üstadın ziyaretine gitmeyi musirrâne istiyordum. Ve adres istiyordum. Onlar birçok şeyi ileri sürdülerse de, ben dinlemedim, mutlaka adres istiyordum. Çare bulamadılar, dediler ki: 'Şu kitabı yazıp, bitirmeyince seni göndermeyiz. Yazıp bitirdiğin gün gel, seni göndeririz.' Ben de 'Peki' dedim. El yazma 20-30 büyük sahifelerden müteşekkil o kitabı aldım ve hemen köye döndüm, yazmaya başladım.
"Üç gün içinde renkli ve süslü olarak bildiğim yazıyla yazdım ve bitirdim. Hemen Urfa'ya döndüp, 'İşte yazdım' dedim. Onlar hayret ettiler. 'Ne çabuk bitirdin?' dediler. Vaadleri vardı. Yazıp bitirdiğim gün göndereceklerdi.
"Dediler. 'Kardeşim, biz, bir iş yaptık ve vaaddettik ki seni göndeririz. Fakat sen köye yazmaya gittiğin gün, Üstadımıza bir mektup yazdık, 'Abdülkadir isminde ziyaretine müştak bir genç var. Ziyaretinize gelmek istiyor. Gönderelim mi acaba?' diye sorduk. Size de kat'î vaadettik. Üstaddan gelecek cevapta 'Mutlaka gelmesin' denecektir. Bu cevabı alırsak, seni artık gönderemeyiz. Şu halde bir cevap almadan hemen seni gönderelim ki, Üstadın emrine karşı itaatsiz duruma düşmeyelim. Hemen yola çık' dediler ve bir mektup yazdılar, adres yazdılar. 'Yazdığın kitabı Üstada hediye et' dediler.
BAVULUN KÖŞESİNE OTURABİLİR MİYİM?
"Antep'e doğru yola revan olduk. Gaziantep'ten trene binip gideceğiz. Henüz Birecik köprüsü yapılmamıştı. Yollar çok kötü, Otobüsler köhne, sekiz saatte zorla Antep'e ulaşabildik. Akşam saat 10'da tren geldi. Tren o kadar kalabalık ki ayak atacak yer yok. Treni ilk defa görüyorum. Ayağımızı trenin içine attık. Değil kompartımanlarda, aralarda bile duracak, oturacak yer yok. Konya Ereğli'sine kadar öyle ayakta gittik. Ereğli'den sonra salonlar biraz tenhalaşmaya başlamıştı. O sırada büyükçe bir bavulunu bir kenara koyup üstünde oturan ve elinde Sebilürreşad gazetesini okuyan bir adam gördüm. Sebilürreşad gazetesini Urfa'daki talebelerin yanında da görmüştüm. Bu adam acaba Üstadla alâkadar olmasın diye düşündüm. Çok yorgun ve bitkindim. Ona selâm verdim.
"Ben de şu fazla kalan bavulunuzun köşesine oturabilir miyim' dedim. Adam:
"Otur, merhaba' dedi. 'Nerelisin?'
"Urfalıyım' dedim.
"Ooo! Hemşehriyiz öyleyse, ben de Adıyamanlıyım. Nereye kadar gideceksin?'
"Isparta'ya kadar' dedim.
"Hayrola nereye gidiyorsun?'
"Bediüzzaman'ı ziyarete gidiyorum' dedim.
"Ben de onu ziyaret etmişim' dedi. Ve benimle daha fazla ilgilenmeye başladı. Çok acıkmıştım. Bir şeyler ikram etti ve o vaziyette Afyon'a kadar beraberce yolculuk yaptık. Kendisi Afyon'da ayrılacaktı. Bana aktarma olacak treni tarif etti. 'Sen Afyon'dan sonra, Karakuyu istasyonundan Isparta trenine binersin ve doğru Isparta'ya gidersin' dedi. O zatın ismi Emin Akbaş'tı. Nihayet mahall-i matlubumuz olan mübarek Isparta şehrine ulaştık.
URFA'DAKİ ÜSTADIN TALEBELERİNDEN OLMASIN?
"İlk arayacağım adres Çarşı Camii civarında Bakkal Nuri Benli idi. Isparta istasyonundan bir faytonla doğru Çarşı Camiinin yakınında indim. Öğle namazına henüz vakit vardı. Biraz şehri gezeyim dedim. Bazılarından Üstadın ismini sordum. Kimisi tanımıyor, kimisi uzaktan işitmiş. Vakit yaklaşınca camiye gittim. Abdest almak için musluk başına gittim. Baktım yaşlı bir adam abdest alıyor. Benim şalvarıma, kıyafetime dikkat ediyor. Abdest alırken o zat başını üç defa meshetti. Bizde ise umum herkes başını bir defa mesheder. Bu üç defa meshi Urfa'daki Üstadın talebelerinden olmasın dedim. Abdestini bitirdi, ben de bitirdim, selâm vererek, 'Amca' dedim 'siz Nuri Benli'yi tanıyor musunuz?' Bana dikkatle baktı ve 'Gel' dedi yürüdü. Ben de arkasına düştüm. Çarşı Camii yakınlarında bir kapıdan girip merdivenden yukarı çıkmaya başladım. Henüz bitmemiş bir inşaat idi. Üst damına çıkıp orada oturduk. 'Nuri Benli benim' dedi. 'Sen Hoca Efendinin ziyaretine mi geldin? Hoca Efendi namaz tesbihatını henüz bitirmedi. Biz şimdi bir yemek yiyelim. Sonra seni kapıya kadar götürürüm. Kabul eder mi, etmez mi onu bilemem' dedi.
ABDÜLKADİRLERİN EN BİRİNCİSİ OLARAK KABUL ETTİM
"Yemek yedik, kahve içtik. Kalk beni uzaktan takip et' dedi. Öyle yaptık. Hayli gittik. Bir kapı çaldı. Yukarıdan da Zübeyir Ağabey veya Bayram Ağabey geldi. Aşağı indi. Evvelâ Nuri Benli Ağabey kendisine benim Üstadı ziyarete geldiğimi söyledi. Ve Nuri Benli geri döndü. Kapıya inen o ağabey benimle merhabalaştı. 'Nereden geliyorsun? Adın nedir? Ne için geldin?' dedi. Urfa'dan geldiğimi, ismimin Abdülkadir olduğunu, Üstadı görmeye geldiğimi söyledim. 'Peki kardeşim biraz bekle, Üstadımıza gidip haber verelim' dedi. Kapıyı kapatıp yukarıya çıktı. Fakat bu arada benim yüreğim pat-pat atıyordu. 'Ya Üstad kabul etmezse ne yaparım' diye düşünüyordum.
"Fakat Cenab-i Hakka şükür, biraz sonra kapı açıldı. 'Gel kardaşım, Üstadımız seni bekliyor' müjdesiyle sanki dünyalar benim oldu. Çok heyecan içinde merdivenleri çıkıyordum. Evvelâ Zübeyir Ağabey huzur-u pâke girdi. Ben de arkasından. Koşup hemen ellerinden sarılıp öptüm, başıma koydum. O şefkat sultanı da beni ağuşuna kemâl-i alâka ile çekip başımdan öptü. Ve 'Otur kardaşım' dedi. Hemen diz çöküp oturdum. 'Merhaba, safa geldin kardaşım' dedi. Ben de mukabele ettim. 'Senin adın nedir?' dedi. Ben de, 'Abdülkadir' dedim. 'Maşallah ben Abdülkadir ismiyle çok alâkadarım' dedi. Ve 'Ben birkaç gündür kimseyi kabul etmiyordum, hattâ yanımdaki talebelerimi de... Bana birşey lâzım olduğu zaman yazıp kapının arkasından gönderiyordum. Fakat sen bana şifa oldun. Öyle değil mi Zübeyir' diye sordu. Zübeyir Ağabey 'Evet öyledir Üstadım' dedi. Ben daha Urfa'dan dün mektup aldım. Senin için gelmeye lüzum yok, ben onu Abdülkâdir'lerin en birincisi olarak kabul edip duama dahil ettim, dedim. Sen niye geldin?' dedi. Fakat bunu söylerken inciterek, tenkit ederek değil, belki okşayarak şaka ederek söylüyordu. 'Madem öyledir, ceza olarak seni bugün tekrar geri göndereceğim.' 'Peki efendim' dedim. Sonra yazdığım o kitabı çıkarıp kendilerine hediye getirdiğimi söyledim. O kitapla beraber Abdullah Ağabeylerin yazdıkları mektupları kendilerine sundum. 'Maşaallah, bu senin hattın mıdır?' dedi. 'Evet efendim' dedim. 'Ben bunu aldım, kabul ettim. Şimdi arkasına bir dua yazıp benden sana bir hatıra olarak hediye edeceğim' dedi. Ve kalemini çıkarıp bir dua yazdı ve bana uzattı. Ben kalkıp aldım ve teşekkür ettim.
SENİ BABANA VERMEYECEĞİZ
"Bu muhavereden sonra benim şahsî ve ailevî ahvalimi sormaya başladı. 'Senin babanın adı nedir?' 'Abdurrahman' dedim. 'Kaç kardeşsiniz?' 'Altı erkek kardeşiz' dedim. 'Tamam öyle ise' dedi. 'Ben seni Abdurrahman'a vermeyeceğim. ' Sonra 'Kürt müsün, Arap mısın?' dedi. 'Kürdüm efendim' dedim. 'Zübeyir, bu Kürt oğlunu babasına vermeyeceğiz' dedi. 'Ne iş yaparsın?' dedi. 'Avcılık efendim' dedim. 'Sizin oralarda ne gibi hayvanlar bulunur?' dedi. 'Ceylan, tavşan, ördek ve keklik bulunur' dedim. 'Her ava çıktığınızda ne kadar para masraf edersiniz?' 'Bazen olur ki 50 lira da masraf yaparız' dedim. 'Peki' dedi. 'Siz o parayla ehlî hayvan alıp etini yeseniz, daha iyi olmaz mı?' 'Evet efendim, daha iyi olur muhakkak' dedim.
"Sonra 'Sen hangi aşirettensin?' dedi. 'Badıllı aşiretindenim' dedim. 'Aşiretin kaç çadırdır?' dedi. Dedim, 'Efendim şimdi çadır yok, 25 kadar köy vardır. ' 'Peki aşiretinizin reisi kimdir?' dedi. 'Amcamdır' dedim. 'Baban mı?' dedi. 'Hayır efendim amcamdır' dedim. Yine anlamadı gibi göründü. 'Ben babanı eski adil reisler gibi kabul ediyorum' dedi.
RİSALE-İ NUR OKUDUN MU?
Sonra mevzuu değiştirdi.
"Sen Risale-i Nur okudun mu?' dedi.
"Okuyacağım efendim' dedim. 'Ve ben de Urfa'daki talebelerinizin yanına gidip onlar gibi hizmet etmek istiyorum' dedim.
"Peki benden kabul, fakat onlarla da istişare et' dedi.
"Peki efendim' dedim. Sonra sordu.
"Urfa'dan Van'a yol var mı?'
"Evet efendim' dedim.
"Peki ya Van'dan Bağdat'a?'
"Onu bilmiyorum efendim' dedim.
SEN MADEM BENİM İÇİN GELDİN
"Ben Şeyh Abdülkadir-i Geylâni ile çok alâkadarım' dedi. 'Oralara gelsem Bağdat'a gitmeyi düşünmüyorum. Ve seni talebelerimin içindeki bütün Abdülkadir'lerin birincisi olarak da kabul ettim' dedi. Daha sonra, 'Zübeyir ve Ceylân gibi kabul ettim, sen benim Abdurrahman'ımsın' dedi. Sonra 'Sen Tarihçe-i Hayat'taki Abdurrahman'ın resmini gördün mu?' dedi. Ve çıkarttı bana gösterdi. 'Buna benziyorsun, seni onun gibi kabul ettim. Maşaallah benim Abdurrahmanım maşaallah' dedi. 'Sen madem benim için geldin, senin yol masraflarının iki mislini vermek mecburiyetindeyim. Fakat madem 'Gelmesin' dediğim halde geldin, yalnız iki buçuk lira vereceğim' dedi. Kesesini çıkardı, iki buçuk lira demir paradan bana verdi. Aldım bir kağıda sardım cebime koydum. Sonra sordu:
"Sen Urfa'daki talebelerimden olan Vahdi Gayberi'yi tanıyor musun?'
"Hayır efendim tanımıyorum' dedim. Biriki zat daha sordu.
"Tanımadığımı söyledim. Sonra,
"Nurşin Şeyhleri Risale-i Nur'la alâkadar oluyorlar mı?' dedi.
"Bilmiyorum efendim' dedim.
"Maşaallah kardaşım sen bana şifa oldun. Sesim bütün bütün kesilmişken, şimdi bak tam açıldım. Ben seni has talebelerim içinde evlâd-ı mânevî olarak kabul edip duama dahil ettim. Sen de bana dua et.'
"İnşaallah efendim' dedim.
"Vakit bir saat kadar geçmişti. Dedi:
"Kardeşim bir saatlik görüşmemiz Allah için olduğundan, bin saat değerindedir. Beni tarassutlarıyla çok taciz ediyorlar. Yoksa seni yanımda bırakırdım. Yine de inşaallah seni bir zaman yanıma alacağım. Madem öyledir, seni bugün Urfa'ya göndereceğim. Bütün Urfa'lılara selâm söyle. Bütün onlara dua ettiğimi söyle. Hattâ onların mezarda yatanlarına da dua ediyorum. Urfa'nın hükûmetine dua ediyorum. Onun Belediye Reisine selâm söyle, ' 'Peki kardeşim' dedi. 'Peki kardeşim' der demez, Zübeyir Ağabey ayağa kalktı. Ben de kalktım. Bir daha mübarek ellerini tutup doya doya öptüm. O da yine beni kucaklayıp boynumdan öptü. Ve huzur-u pâkinden yavaş yavaş çıktık. O da arkamdan 'Maşaallah Abdurrahman'ım' diye söylüyordu.