H. İbrahim Önal’ın haberi
RisaleHaber-Her hafta gerçekleştirilen üniversite seminerlerinin biri daha bu hafta gündemde yer alan Alevilik konusu ele alınarak DKM’de gerçekleştirildi.
Tıp Fakültesi öğrencisi Mustafa Nacir’in sunduğu “Alevilik” konulu seminerde, Alevilikle ilgili ayrıntılı bilgiler verildi. “Alevilik nedir, nasıl ortaya çıkmıştır?, Alevilik çeşitleri, Alevilikle ilgili bazı meseleler ve bunların çözüm yolları” gibi başlıkların yer aldığı seminer yoğun ilgiyle izlendi.
“Alevilik gündemde olan ve insanların çok az bilgi sahibi oldukları bir konudur” diyerek seminer konusunun neden Alevilik olduğunu açıklayan Nacir, “Konuyu gündemde tutan insanların niyetlerindeki farklılık. Bazıları milleti düşman saflara ayırmak isterken, bazıları Alevileri siyasi menfaatleri için kullanmaya çalışıyor. Bunların hiçbiri gerçekten Alevi değil. Peki, Alevilik nedir? İslam’daki yeri nedir? Bizler maalesef bu konularda kulaktan dolma bilgilerle yetiniyoruz.” dedi.
Aleviliğin ne olduğu ve nasıl olduğu konusuna değinen Nacir, “Alevi’nin kelime manası Hz. Ali’yi seven ve ona mensup olan kişi manasındadır. Sünni ifadesi de Allah’ın kitabına Resulullah’ın (asm) sünnetine bağlı kimse manasına gelir. Aleviliğin kökü Şiiliktir. İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Ali’yi sevenlere “Şia” denirdi.“ dedi.
Nacir, “Şiaların iki kısım olduğunu, birinci kısmın menfaat icabı veya siyasi sebeplerle Hz. Ali’yi sever göründüklerini, bunların münafıklar, menfaatçiler ve bunların aldattığı bazı cahiller olduğunu, niyetlerinin farklı da olsa da aynı vasıtayı kullandıklarını belirtti. Nacir, ikinci kısım Aleviliğin ise Hz. Ali (r.a)’ı Allah ve Peygamber namına seven samimi Müslümanlar sınıfı olduğunu, Hz. Ali’nin (r.a) büyük bir sahabi ve Peygamber neslinin temsilcisi olması manasıyla Hz. Ali’yi sevmek Allah ve Resulünü sevmek anlamına geldiğini, bunun da zaten İslam’ın emri olduğunu kaydetti.
Asr-ı saadette İslam’ın yayılması en çok “insanlığın nefs-i emaresi” denilebilecek olan Yahudileri rahatsız ettiğine dikkat çeken Nacir, “Ne yapıp edip Müslümanlığın içine fitne sokup bu ilerlemeyi durdurmak istiyorlardı. Daha önce bir takım planları Hıristiyanlık üzerine denemiş başarılı da olmuşlardı. Saul adında bir Yahudi kiliseye kapanarak onların güvenini kazanmış daha sonra da teslis fikrini dine yerleştirerek Hıristiyanlığı tahrif etmişlerdi. Şimdi sıra Müslümanlıkta idi. Bu işi İbn-i Sebe yapacaktı. Esasen bir hahambaşıydı. Siyaseti bilirdi, şeytani bir zekası vardı. Bir casusluk teşkilatı kurdu. Sözü sihir gibi tesir eden adamları vardı. Korkunç bir propaganda başlattı. Hz. Osman’ın şehid edilmesinde büyük rol oynadı. En çok istismar ettiği konu halifelik meselesiydi. Sözde Hz. Ali taraftarıydı. “halifelik peygamberden sonra Hz. Ali’nin hakkıydı” diyordu. Güya ilk üç halife bu hakkı zorla gaspetmişlerdi. Onu sevenler ayaklanmalı, hakkı sahibine teslim etmeliydiler. Oysa Hz. Ali’nin böyle bir iddiası yoktu. O her üç halifeye de ittiba etmiş, onlara her konuda yardımcı olarak Şeyhülislamlık vazifesini görmüştür. İbn-i Sebe daha da ileri giderek Hz. Ali’ye sen tanrısın deme cüretini göstermiştir. Hz. Ali çok kızmıştır fakat fitnenin büyümesinden çekindiği için onu öldürtmemiş, İran’a sürgüne göndermiştir. Bu münafık gittiği yerlerde boş durmamış. İslamiyet’e hurafeler sokmaya devam etmiştir. Yaydığı fikirler İran’da yayılmak için uygun zemin bulmuştur. İslam’ı yeni tanıyan İran halkı henüz dini hakikatleri tam olarak sindirememişti. Üstelik köle gözüyle baktıkları Arapların asırlardır ellerinde bulunan saltanatı Hz. Ömer aracılığıyla yıkması onların üzerinde büyük etki yapmıştır.” dedi.
Nacir, Aleviliğin aslında bir fırka veya mezhep olmadığını, Al-i beytin muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıktığını söylerken, meselenin tarihi seyrini şöyle açıkladı: “Timur Yıldırım Bayezit’i yendikten sonra otuz bin kadar esiri İran’a götürmüştür. Bunlar Erdebil şeyhi diye bilinen Şeyh Ali’ye intisap edip ders almışlardır. Sünni dedelerin torunları olan bu esirler, Anadolu’ya döndükten sonra Hz Ali’ye çok sıkı bağlılıklarından dolayı kendilerine Alevi denmiştir. Aleviler Erdebil ile bağlarını devam ettirmişlerdir. Zaman içerisinde kendileri dışında kalan Müslümanların Ehl-i Beyt’e gerektiği gibi muhabbet etmediklerini düşündüklerinden diğer Müslümanlarla aralarında bir soğukluk meydana gelmiştir. Aleviler zamanla medreseden uzaklaşmış ibadetlere gereken ehemmiyeti vermemeye başlamışlardır. Diğer Müslümanlar da bunlarla gerekli alakayı kuramayınca aradaki soğukluk bir takım ayrılıklara dönüşmüştür. Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince Anadolu Müslümanları arasında Alevilik-Sünnilik şeklinde bir ikilik ortaya çıkmıştır.”
Nacir, “Aslında bir Müslüman veya bir tarikatın diğer sahabelere tecavüz etmemek Kur’an ve sünnetin ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer mükellefiyetlerini yerine getirmek kaydı ile Hz Ali (r.a) muhabbetini meslek meşrebini esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur.” dedi.
Aleviliğinin çeşitlerine de değinen Nacir, “Aslına bakılırsa yazılı bir kaynaklarının olmaması nedeniyle Aleviler birbirlerinden çok farklılık arz ederler. Yan yana iki Alevi köyünde farklı uygulamalara rastlayabiliriz. Fakat genel olarak kökenleri aynı olan Alevileri görüş farklılıklarına göre bazı sınıflara ayırmamız mümkündür. Mesela Rafızîlik, Bektaşilik, arap Aleviliği ve kızıl Alevilik gibi… Bunlardan Rafızîlik yolunu tutanlar Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir’in hilafetini kabul etmezlerken Bektaşilikte daha çok hoşgörüyü esas alan daha İslami bir bakış söz konusudur. Bektaşiler İslami kaynakları kabul yönünden ve diğer Alevilerden daha ılımlıdırlar. Tabi Osmanlının ilk dönemlerindeki Bektaşilikle son dönemlerindeki pek çok çirkinlikleri içerisinde barındıran Bektaşilik çok farklıdır. Osmanlının son dönemlerinde Bektaşilik namaz kılmamakla özdeşleşmiştir. Hatta bu konuda fıkralar bile türetilmiştir.” dedi.
Her ne kadar Alevilerin bu kadar farklı kollara ayrılsa da aslında hepsinin İslam’ın içinde olduğunu belirten Nacir, “Bediüzzaman’ın talebelerinden biri, “münafıkların cenaze namazı kılınmaz” ayetinden yola çıkarak Alevilerin cenaze namazı ile ilgili bir soru soruyor. (Ali köyünden Risale-i Nur talebesi Ali Efendi). Bediüzzaman’ın bu konuda vermiş olduğu cevap hem çok manidardır hem de kafamızdaki soruları giderecek yeterliktedir. Bediüzzaman’a göre bahsi geçen ayet münafıklığı ihbar-ı gaybi ile bildirilmiş kimseler içindir. Yoksa zahirde şehadet getiren bir kişi Müslüman muamelesi görmelidir. Bu bağlamda o köyde bulunan Alevilerin bir kısmı Rafızîliğe dahi kaysa münafık hakikatine dâhil değildir. Çünkü münafıklar Peygamber (a.s.m)’ın aleyhindedir. Fakat ne yazık ki toplumda bazı kesimler ısrarla Aleviliği İslam dışı göstermek istiyorlar. Hatta bazı kesimler kimlikteki dini: İslam ibaresinin yerine Alevi yazılsın diye manasız tartışmalar başlatıyor.” dedi.
Al-i beyt sevgisi-ibadet ilişkisini açıklayan Nacir, “Alevilerin Ehl-i Beyt sevgisinde aşırı gittiklerini fakat ibadetler konusunda aynı hassasiyetleri göstermediklerini biliyoruz. Bizim dinimiz ise vasat dinidir. Muhabbetin de vasatını yakalamamız en ideal olanıdır. Evet, ayet-i kerimede “Resulüm sizden peygamberlik vazifesine mukabil ücret istemiyor yalnız Al-i Beytine karşı saygı ve sevgi istiyor” buyrulmaktadır. Veda hutbesinde de Peygamberimiz (asm) “size iki şey bırakıyorum onlara sarılıp uydukça hiç şaşırmazsınız: o emanetler biri Kur-an’ı Kerim diğeri Al-i Beytimdir.” buyurmuştur. Evet, bizler Al-i beyti sevmekle mükellefiz. Fakat bu sevmekten maksat sünnet-i seniyye’ye daha çok uyup Allah’a ve peygamberine daha çok yaklaşmaktır. Zaten sünnet-i seniyyeyi terk eden hakiki al-i beytten olamaz; Al-i Beyte hakiki dost dahi olamaz. Dolayısıyla Al-i beyt sevgisi kimseyi ibadet mükellefiyetinden kurtaramaz. Bu bağlamda Hz. Ali (r.a) Alevilerin namazını kılmıştır veyahut bu muhabbet neticesinde ibadet mükellefiyetleri kalkmıştır gibi düşüncelerin bir dayanağının olmadığı aşikârdır.” dedi.
Alevilik-Sünnilik problemlerini ortadan kaldıracak çözüm yolları ile ilgili önemli tespitlerde bulunan Nacir seminerine şöyle devam etti:
“Evvela şunu bilmeliyiz ki dinimizde halli mümkün olmayan hiçbir mesele yoktur. Yeter ki konular karşılıklı saygı ve sevgi çerçevesinde değerlendirilsin. Bundan hareketle üzerimize düşenleri bazı maddeler altında sıralayabiliriz:
“Bütün ehl-i sünnet ve cemaat Hz Ali ve bütün Ehl-i Beyti hakkıyla severler. Alevilerin de Allah, Peygamber, Kur’an noktasında hiçbir itirazları yoktur. Diyebiliriz ki hakiki bir Sünni Alevidir hakiki bir Alevi de Sünni’dir. Aslında Müslümanları birbirine bağlayacak o kadar rabıta vardır ki aradaki ihtilafları göz ardı edecek niteliktedir. Bediüzzaman Hazretleri bu iki cemaati uyararak zındıka cereyanının birini diğeri aleyhinde kullanma tehlikesinin üzerinde durmuştur. Bırakın Müslüman kardeşlerimizle Hıristiyanların dindar ruhanileriyle dahi aradaki müşterek noktaları nazara alarak dinsizliğe karşı ittifak etmenin önemini belirtmiştir.
Bu konu geçmişten günümüze kadar hep gündemde olan sürekli hakkında bir şeyler söylenen bir konu. Fakat ne yazık ki ortadaki bilgiler ve söylenenler bir kaynağa dayandırılmadan söyleniyor İslami olmayan kaynaklardan güvenilir olmayan bilgilerle insanlar bir takım yanlış tutumlar sergileyebiliyor. Mesela kulaktan doğma bilgilerle “Aleviler de Müslüman mı ?” gibi bir soru sorulabiliyor.
“İmani meseleleri ulu orta ve ehil olmayan hiçbir araştırma yapmamış kişilerin tartışması bu meselede işi daha da çıkmaza sürecektir. Ölçüsüz bir münakaşada kişi hissiyatına mağlup olarak sanki takım tutar gibi yanlış olsa dahi kendi fikrinde inat eder. Bediüzzaman “mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir” buyurmuştur.
“Sırf Alevi ya da Sünni olduğundan dolayı bir kişinin topluluğun arkasından konuşmak, aleyhinde olmak İslam ile taban tabana zıt bir davranıştır. Herhangi bir kişi için günah olan bir davranışı bir topluma yaptığımız zaman günahımız katlanarak artabilir. Ve o topluluklar arasında tefrikaya sebebiyet verir.
“Geçmişte Peygamber (asm)’ın torunlarının başına 1300 senedir İslam âlemini ağlatan elim bir hadise gelmiştir. Bu hadiseleri tekrar tekrar anlatmanın yarayı deşmenin bir manası yoktur. Bu tip hadiselerle meşgul olmanın Kur’an hizmetine zarar vereceğini Bediüzzaman eserlerinde belirtmiştir.
“Devlet bu sun’î ihtilafın halline gereken ehemmiyeti vermemiştir. Alevilerin iskân mahallerine camiler yapma Kur’an kursları açma ve vaizler tayin etme gibi hizmetlerin ihmal edildiğini müşahede ediyoruz. Diyanet bu gibi vazifeleri yaparsa Aleviler ibadet gibi eksik oldukları noktalarda daha iyi olacaklardır.
“Aleviler de Aleviliğin gerektiği gibi yani Hz Ali gibi yaşamalı, hayatlarında ehl-i beyt sevgisini meslek edinmişlerse sünnete uymaya çalışmalıdırlar.
“Unutulmaması gereken bir husus da Bediüzzaman hazretlerinin belirttiği gibi nur talebelerinin Peygamberimizden sonraki en büyük üstadı Hz Ali’dir. Bu yüzden Alevilerin Risale-i Nura sıkıca sarılmaları talebe olmaya çalışmaları gerekir.”