Arapçada ve İslam literatüründe Beddua, mulaane ve mübahele kelimeleri lanet okumak anlamında kullanılmaktadır. Ancak Türkçeye geçen “Beddua” kelimesi “kötü dua” anlamında olup lanet okumak, yani düşman bildiği ya da bir hareketinden hoşlanmadığı kimseler için Allah’ın gazabına uğramalarını istemektir.
Mulaane kelimesi tamamen hukuki ve teknik bir terimdir. Bu kelime manasını bir ayet-i kerime’den (Lian ayeti) ve o ayetin sebeb-i nüzulünden alıyor. Hilal b. Ümeyye adında bir adam Resûlüllah’ın yanına gelerek “Ya Resûlallah, eşimi yabancı bir adamla uygunsuz vaziyette gördüm. Ben ne yapmalıyım?” dedi. Resûlullah (asm) henüz bu konuyla alakalı bir vahiy almadığı için “Ya dört şahit getireceksin ya da sırtına iftira haddi vurulacaktır” dedi. Adam ise, “Ey Allah’ın Rasulü, birimiz böyle bir şeyle karşılaştığı zaman çıkıp sokakta şahit mi arayacak yani? Vallahi ben doğru söylüyorum Ya Resûlellah” şeklinde itirazvari bir karşılık verdi. Allah Taala, bu zatın sözü üzerine Nur Suresinin ilgili ayetlerini indirmiştir.[1] Buna göre erkek dört defa yeminle doğru söylediğini ifade edecek, beşincisinde, “eğer yalancılardan isem, Allah’ın laneti benim üzerime olsun” şeklinde söyleyecektir. Erkeğin her bir yemini bir şahit hükmündedir.
Kadın ise, yine dört kere kocasının yalancılardan olduğunu yeminle söyleyecek, beşincisinde, “Eğer kocam doğru söylüyorsa Allah’ın laneti benim üzerime olsun” diyecektir.[2] Bu lanetleşme sonucu karı-koca boşanma meydana gelmiş olur. Bu dünyadaki hükümleri… Kimin yalan söylediği ise kıyamet gününde belli olacaktır.
Görüldüğü gibi mulaane burada tamamen teknik bir anlam kazanmış olup eşini başka bir erkekle uygunsuz gördüğü halde kendisinden başka şahidi olmadığı takdirde boşanmak için başvurulan son çaredir. Şu halde sıradan vatandaşlar ve canı isteyen herkes bu mulaaneye başvuramaz.
Mübahele de bir çeşit lanetleşme olup Kur’an’da geçen bir terimdir. Necran Hıristiyanlarından bir heyet Medine’ye gelmişler ve Resûlüllah’a Hz. İsa hakkında ne düşündüğünü sormuşlardı. Resûlullah (asm) onlara İslam’ı ve Hz. İsa’nın Allah’ın kulu olduğunu, İsa’nın (as) da Adem gibi istisnaî bir yaratılışa sahip olduğunu onlara anlattı. Fakat onlar, “Sen hiç İsa gibi bir adam gördün mü ya da duydun mu?” dediler ve Resûlüllah (asm) ile tartışmaya başladılar.[3] Bu olayla ilgili olarak Al-i İmran Suresinin ilgili ayetleri nazil oldu. “Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim".[4]
Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) lanetleşmek için Hıristiyan heyetine haber gönderdikten sonra Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alarak bir meydana çıkmıştır. Ancak Hıristiyan heyet korkmuş ve lanetleşmeye gelmemiştir.[5] Dikkat edilirse burada da Resûlüllah (asm) Müslümanlarla değil Hıristiyanlarla lanetleşmek istemiştir.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre lanetleşmenin asıl esprisi Hakk’a karşı inatlaşanlara karşı yapılmasıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İsteyen gelsin, lanetleşelim. Çünkü Hak benimledir.”[6] Bu bir meydan okumadır. Yani kim Hak’tan ve hakikatten şüphe ediyor ve bu konuda inatlaşıyorsa, cesareti de varsa gelsin lanetleşelim.
Sonuç olarak İslam hukukunda karı-koca arasında boşanmayı gerçekleştirmek ya da muannid bir Hıristiyanın itirazlarını reddetmek istisna edilirse bu tarz bir beddua (lanetleşme) şekli İslam’da hoş karşılanmamıştır. Resûlullah’ın (asm) ancak Cebrail’in haber vermesiyle artık Müslüman olmayacakları kesin olan müşrik liderler ve muannid bazı kabile reisleri ya da Müslümanların mallarını talan eden eşkıyalar için beddua ettiği bilinmektedir.
Hatta, Hz. Peygamber (s) Taif’te serserilerce taşlandığında ayakları kanamış ve eziyete uğramıştı. Bu halde bile Taifliler için beddua etmemiş, Cebrail’in “Ya Muhammed, Allah’ın selamı var. Eğer isterse bu dağları başlarına geçireyim, diyor” dediğinde şöyle buyurmuştur: “Allahım! Senin gazabına uğramayayım da başka bir şey istemiyorum. Onları hidayete getir, onlar bilmiyorlar.” Yine Uhud savaşında sahabenin, Mekkeli müşriklere beddua etmesini ısrarla istemelerine rağmen Resûlüllah (asm), “Allahım! Kavmimi hidayet et. Onlar bilmiyorlar.” şeklinde dua etmiştir.
ABD’de yapılan bedduaya gelince, adına ne denirse denilsin bu dua, yukarıda sıraladığımız mulaane ya da mübaheleye girmez. Çünkü “Eğer bunlar dine aykırı bir şey yapmışlarsa Allah onların belasını versin, evlerine ateş düşürsün v.s” dediğiniz kimseler ne müşrik ne de İslam dinine düşmanlık yapmakta inatlaşan Hıristiyanlardır. Kaldı ki, Bediüzzaman kendisini idamla yargılayan ve tutuklu bulunduğu Afyon hapsindeki koşulları çok kötüleştiren bir savcıya beddua etmeye karar vermişken, pencereden küçük ve masum bir kız çocuğunun geçtiğini görünce beddua etmekten vazgeçmiştir. İfade aynen şöyle: “En ziyade hücuma maruz kalan bir kardeşiniz (kendisini kast ediyor) mahpus iken pencereden o müdde-i umuminin üç yaşındaki çocuğunu gördü. Sordu; dediler: ‘Bu müdde-i umuminin kızıdır.’ O masumun hatırı için o müddeiye beddua etmedi.”[7]
[1] Buharî, Sahih, Şahadat, 31.
[2] Nur, 24/6-9.
[3] Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensûr, II/228, Beyrut, 1403 H.
[4] Al-i İmran, 3/61.
[5] Suyutî, ag.e, II/230.
[6] İbn el-Esiîr, en-Nihaye Ba harfi.
[7] Emirdağ Lahikası son mektup.