Bediüzzaman çekirdek,Risale-i Nur ağaç oldu

Yazar Caner Kutlu ile Bediüzzaman anlayışı ve Risale-i Nur’un dili üzerine yaptığımız röportajın ikinci bölümü

Röportaj:Mustafa Oral–Risale Haber

 

II. BÖLÜM:

 

RİSALELERDEKİ İBADET DİLİ, KENDİ İÇ MÜZİĞİNİ OLUŞTURMUŞTUR

 

Risalelerde bir duâ dili de, bir yakarış sesi de hissedilir değil mi?

 

Bediüzzaman’ın gündelik yaşamındaki sürekli bir ibadet ve huzur hali Risalelerin diline de yansımıştır. Risaleler, yoğun tefekkür ve aynı zamanda yoğun bir tezekkür havası taşır. Söyleyişteki yoğunluk, rahatlık ve bütünlük, bir yazıdan çok hitabı andırır; duâ içeren metinlerde bu durum zirve noktaya çıkar. Çam dağında ağaçlarla beraber zikri, kedilerin mırmırlarıyla ya Rahîm, ya Rahîm dinlemek, gök gürültüsünden, denizin dalgalarından ya Celîl, masum yavrulardan ya Rezzak duymak, yıldızların insana işittirilen tevhid sözlerini yakalamak şeklinde yansıyabilen bir huzur-u dâimî tavrı, Risaleleri aynı zamanda bir evrâd bütününe dönüştürebilmiştir.

 

Risalelerdeki ibadet dili, kendi iç müziğini oluşturmuştur; bazen akıl geri kalsa da kalp, ruh ve diğer duygu ve latîfeler hisselerini mutlaka alacaktır. Bu şekliyle Risaleler, tasavvufî ve hâlî bir havayı taşıyabilir. Manevî bir tatmine de kavuşturabilir. Örneğin, Münâcât Risalesi, başlı başına bir duâdır; kâinatın bütün unsurlarını anarak, Kur’ân’ın Fâtiha süresi örneğindeki bu yakarış tavrı ayrıca Risalelerin bütününe serpiştirilmiştir.

Fâtiha süresi Kur’ân’dır. Kur’ân Fâtiha’da derc olmuştur. Risaleler de, Fâtiha’nın etrafında döner, onun tefsiridir denebilir.

 

Büyük bir tevâzu ve kainatla kurulan bütünlük Bediüzzaman anlayışının özeti gibi...

 

Bediüzzaman yoğun tahsil hayatında ve uzun ömründe öğrendiğini söylediği dört kavram üzerinde önemle durmuştur. Bunlar manayı ismi, manayı harfi, nazar ve niyettir. Her şey kendi başına neredeyse hiç ender hiçtir; bir kudreti, yeteneği yoktur, geçicidir, bozulmaya mahkûmdur; bir şeye mânâ-yı ismiyle bakılırsa anlamsızdır. Ancak, mânâ-yı harfiyle, yani, her şeyle birlikte bir anlam ifade eder; bir Kudret-i Sermedî’ye bağlanır, bütün içersindeki konumu ile değer kazanır. Bizzat kendi, eksiklik ve sorunlarını; zayıflıklarını, bozulmalarını bütünün içersinde bir güce, sürekli bir anlama dönüştürebilir.

 

Kubbeyi oluşturan tuğlalar gibidir ( kubbe aynı zamanda sonsuzluğu temsil eder) ; tek başlarına durmaları imkânsızdır, ancak yan yana bir bütünleşme ve dayanışma ile düşmeye, yıkıma karşı koyabilirler. Bir şeyin anlamı, her şeyle mümkündür; bir şeye bakarken her şeyi görmek; her şey de bir şeye bir yol bulmak gerektir ki, bu da nazardır. Allah namına bakmalıdır. Her şeye ne güzeldir demek, mânâ-yı ismiyle bakmaktır; her şeyle bağını kuracak olan ne güzel yaratılmıştır demektir, küllî bir yaratma içindeki yerini görebilmektir.

 

Her şeyin bir şeyle birlikteliği ile birlikte devamlılığı da görülmelidir. Bir şey gibi her şey de sonuçta geçecektir, kalıcı olan yalnızca Allah’tır. Her bir şey geçerken ardında anlamını bırakır, O’nun sürekliliği, anlamı devamlı kılacaktır. Madem Allah vardır, her şey vardır. O en güzel vekildir. Bu düşünce, niyettir. Niyet, öyle sihirlidir ki, kötülüğü iyiliğe, eksiği tamama dönüştürür; günahı sevaba kalbedebilir bir sırdır. Niyetle her şey Sahibine devredilebilecektir.

 

İfadede mânâların da kubbeyi oluşturan tuğlalar gibi bir dayanışması olmalı değil mi?

 

Bediüzzaman anlayışında, asıl olan mânâdır. İfade manalara giydirilen sûretlerdir; asıl olan mânâyı incitmemek gerektir. Süs verilmeli, sanatlı olmalıdır; ancak anlamın özelliğini bozmamalıdır. Her şeyin bir makamı vardır. Makamı bütün içersindeki konumundan ibarettir. Belâgat, muktezâ-yı hâle mutabık tavır göstermektir. Her mânâya layığı derecesinde biçim verilmelidir.

 

Bediüzzaman’ın kelimelerinin kendine özgü bir dizilişi var denebilir mi?

 

Üstad, bir kelimenin kaç mânâya geldiği değil, bir mânânın kaç kelime ile ifade edileceği üzerinde düşünmüştür. Hatta, bununla ilgili bir eser de yazmak niyetindedir. Risalelerde, bazı metinlerde, dil kurallarını bozma pahasına eş ya da benzer anlamlı kelimeler ard arda sıralanarak bir ifade tarzı geliştirilmiştir. Burada, yüksek hakikatlerin derin ve geniş anlamlarını tanımlamada dilin imkânları içerisinde yaşanan zorlukları da düşünebiliriz.

 

Bu dil açısından bir zaaf olarak görülebilir mi?

 

Risalelerde belâgat, bazen, hâlin gereği olarak kendi kurallarının dışına çıkabilmiştir. Üstad, Arabî olarak hatıra gelen meseleleri ya da ana dili Kürtçe olarak düşündüğü noktaları Türkçe yazmak durumunda kaldığından, ifadelerdeki kendi deyimiyle müşevveşiyet ortaya çıkmıştır.

 

Yeniden Risalelerin ‘çok dilli’ olmasına geliyoruz...

 

Mesnevî-i Nuriye ve İşârât-ül İ’caz gibi orijinali Arapça olan eserlerini sonradan tercüme ettirerek; ya da bazı metinlerde olduğu gibi, Arapça ya da Farsça orijinal ifadeleri aynen koruyup, tercümesini ardında belirtmek yoluna da gitmiştir. Aslında Risaleler, bir çok Kur’ân ayetini de çoğunlukla orijinal metnini koruyarak, amaçladığı entelektüel birikimi oluşturma hedefine uygun davranmıştır. Buradan yüksek idrak sahibi, entelektüel birikime yönlendirirken, ifadeler açıldıkça farklı anlayış katmanlarına iç içe hitap etmek şeklindeki, aynı anlamı içeren farklı söyleyiş biçimlerini aynı metinde yoğurma özelliğini koruyabilmiştir. Risaleler bu yüzden de, anlatımlarını, Kur’ân denizinden bir katre, hakikatin yalnızca bir parçası, lem’ası, şuâsı veya milyonlar hakikatinden biri olarak tanımlamıştır.

 

BEDİÜZZAMAN’IN BİRİNCİ DÖNEM ESERLERİ, TOPLUM KAYGISINDAN DAHA UZAKTIR, DAHA KİŞİSELDİR

 

Bu ‘iç içe’lik eserlerin üslubunu da farklı bir yere konumlandırıyor olsa gerek...

 

Bediüzzaman’ın birinci dönem eserleri, toplum kaygısından daha uzaktır, daha kişiseldir; mesela bir eseri Bedüzzaman’ın Muhâkemâtı’dır. İkinci döneminde, artık cemiyetin îmanını kurtarma hareketidir ve her anlayış düzeyine hitap edecektir. Unsur’ul Belâgat’ta üç farklı üsluptan bahseder, bunlar, sade olan üslubu mücerrede, süslü ve sanatlı, üslubu müzeyyene ve hakikati kuşatan şiddetli, kuvvet ve heybeti gösteren üslubu alidir. Bediüzzaman, Muhâkemât adlı eserini bizzat üslûb-u âlîde görür.

 

Muhatabın zamanla değişmesi üslûbu da mı belirliyor?

 

Üstad’ın zamanında toplum Yunus gibi îmanı saflıkta, gönlü kullukta, dolayısıyla üslûbu da sadelikte değildir, ya da, Mevlânâ’nın şartlarında, imanın ve İslam’ın neticelerinden bahsetmek, zevklerini yaşamak değildir insanların gayreti, kullukta terakki değildir artık, üslûbu da edebî değildir, ancak hepsinden öte, zaman îmanı kurtarma zamanıdır; yalnız Kur’ân’ı esas maksad yapıp tüm mesaisini onun hakikatlerini anlatmaya yönlenmiştir, Kur’ân’ın etrafındaki surların yıkıldığı bir dönemdir, Kur’ân yalnız kendini savunmak durumundadır, konuşan yalnızca hakikattir, dolayısıyla üslûbu keskin ve doğrudan esasa yöneliktir. Nasıl ki, Mevlânâ, Yunus gibi söyleyebilse Mesnevîi’yi yazmayacaktır. Başka bir şekilde,  Bediüzzaman onun döneminde gelse Mesnevîi’yi, Mevlânâ bu dönemde gelse Risale- Nur’u yazacaktır.

 

Risalelerde çokça başvurulan öykülemeler, aynı zamanda geleneksel bir tavır değil mi?

 

Bediüzzaman, özellikle îmanî konuları misallerle anlatmasının sebebini, îmanın akla ne kadar yakın, küfrünse ne kadar akıl dışı, saçma, olduğunu düz mantığı kullanarak göstermek istemesi olarak açıklar. Îman ehlinin saadetini, kâfirin acılarını dramatize eder; bir şehir, ülke ya da yolda başına gelenler, diyalogları, nazarlarından çizilen dünya ve ahirete ait tablolar anlatılır. Kur’ân’daki Peygamber kıssaları yeniden kurgulanıp hikâye edilir. Farklı anlayışlar sorgulanır, nihayetinde bunlara uygun farklı sonlarla bitirilir. Minyatürize bir görüntü çizilir. Mecaz, soyut bir güzelliğin aynasından yansıtılır.

 

Bediüzzaman’ın Batı sanatına bakışı nasıldır?

 

Batının ürettiği roman, sinema, resim insan özelini umumun nazarına açarak, bayağılaştırıp, kişinin diğer insanlardan özel birey olmasını engeller. Üstad’a göre, Batı’nın sineması, yürüyen ölülerden medet umar. Romanda yatak odasının kapısı açılır. Resim ve heykel, enaniyeti cisimleştirir. Hevâ ve hevesi yuvasından çıkarır, sokağa atar. Bir büyük adamın çıplak bacaklı karısını, bir ayakkabı boyacısının gözlerine esir eder. Avamı havassa saldırtır, havassa avamı ezdirir. Şiir, hakikati kullanır ve bozar; kendileştirir, putlaştırır, haram sevmenin aracı yapar; oradan elemkârâne bir feryad damlar. Dili yalancıdır, gözü bir kavvad derekesindedir; dünyayı bile sarı saçlı bir aktris olarak görür, alüfte fistanını giydirir. Hüsn-ü mücerredi tanımaz.

Bediüzzaman, ikinci Avrupa dediği hevâ ve heves düşkünü bu kısmına şiddetle karşıdır ve mücadelesi bunlarladır.

 

Bediüzzaman için ‘çirkin ve kötü olan’ nedir?

 

Bediüzzaman’a göre, çirkinlikler, bir bahçedeki güzellikleri daha da belirgin kılmak için yerleştirilmiş kaba taş parçaları gibidir. Çirkinliğin çirkinliği güzelliğin güzelliğini arttıracaktır. Çirkin ve kaba şeyler de bu yüzden estetiğin bir parçasıdır. Kıyas unsuru olmalarıyla, eksiklikler mükemmeli anlaşılır kılacaktır. Allah bu yüzden sinekten, böcekten hatta taştan, ağaçtan misal vermekten çekinmez. Aynı bütünlük içinde, Bediüzzaman’ın risalelerinde de, çiçek ve tabiat bahisleri sıkça geçer.

 

Bu bağlamda, acılar, felaketler de bir çok hikmetleri barındıracaktır. Mesela, hastalıklar, Allah’ın Şafi ismini, felaketler, Rahim isminin anlaşılmasının önünü açar; açlık Rezzak ismini, güçsüzlük Kadir ismini çağırır. İnsanın eksiklikleri, kabalıkları kâinattaki mükemmeliyeti göstermesi yönüyle, Allah’ın isim ve sıfatlarına bir ölçü olabilir.

 

İnsan güzelse her şey güzeldir... Trajediye yer yok...

 

İnsanın benliği, bir vâhid-i kıyasî olarak kendiyle Yaratıcı arasında bir ilişki kuracaktır. Bu noktada, göz, güzelliklerin takipçisi, dil, lezzetlerin kapıcısı, kulak mahlûkatın kendi diliyle yaptığı zikirlerin habercisi, burun her mevsimin rahmet trenindeki güzel kokuların takipçisi olacaktır. Ruhlar bu şekilde incelik kazanacak, iman estetiği yer bulacaktır. Batının trajedisine karşı, huzuru daimiden gelen, ulvi bir hüzün hali görünecektir.  

 

CELCELUTİYE’DE ÇOK YERLERDE RİSALE-İ NUR ESERLERİ VE TALEBELERİNİ ÖVÜCÜ GÖNDERMELERİ VAR

 

Tasavvufî yaklaşımı da inkar edilemez bu noktada Bediüzzaman’ın, değil mi?

 

Bediüzzaman, esas olarak tasavvuf mesleğini ihtiyar etmez, mesleğimiz hakikattir, der. Hz. Ali, o kadar keşif ve üstünlüğüne karşın, Velâyet mesleğinin şahı ve silsilenin başı olmasıyla bile, Hakikat mesleğindeki üstünlüğü nedeniyle Hz. Ebubekir’in gerisindedir. Buna karşın Hz. Ali Risale-i Nur’un ve talebelerinin (tüm tarîkatların olduğu gibi) peder-i manevîsidir. Celcelutiye’de çok yerlerde Risale-i Nur eserleri ve talebelerini övücü göndermeleri vardır.

 

Risalelerin üstadları arasında tasavvuf büyükleri büyük yer tutuyor...

 

Abdülkadir Geylanî, Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbanî gibi velayet silsilesinin önemli isimleri risalelerde sıkça anlatılır. Şah-ı Geylani’nin nazarı risalelerin ve talebelerinin halen üzerindedir. Şah-ı Nakşibend himmetini yıllar ötesinden göndermektedir. Müceddid-i Elfi Sani İmam-ı Rabbani, maneviyat yoluyla Bediüzzaman’a ‘tevhid-i kıble et’ derken, hakikat mesleğinde Risale-i Nur’u müceddid olarak tavsif etmiştir. Bir önceki müceddid Mevlana Halid, cübbesini,  yüzyıl ötesinden torunları vasıtasıyla, madden hediye ederek makbuliyetini göstermek istemiştir.

 

Bir büyük tarîkat geleneğinin de içindedir denebilir o zaman...

 

Risale-i Nur bir tarîkat değildir; ancak farzları yerine getirip, kebâirden kaçınmak ve namazı tâdil-i erkânla kılıp sonundaki tesbihatı yapmak şeklinde günlük bir virdi bulunmaktadır. Buna, günde lâakal onbeş dakika risale okuyup talebe-i ulum sınıfına girmek de eklenebilir. Böylece Risaleler, gelenekle bağını, makbuliyetinin kanıtı olarak sürekli korumuştur.

 

Bediüzzaman için ‘söz’ün yeri ve önemi nedir?

 

Bediüzzaman’a göre aynı şey, bazılarına şifa olduğu halde, kimisine zarardır; mesela su şifayken, bazı durumlarda felaket olabilir. Söz de bunun gibidir; bu yüzden sözün aslı kadar, kimin söylediği, kime söylediği ve hangi makamda söylendiği de önemlidir. Söyleyen ve söylenen arasında ilişki risalelerin çok farklı dönemlerindeki popüler dilini oluşturmuştur;

 

Toplumun farklı kesimlerinde karşılığını bulmuş mudur?

 

Tabii... Toplumun her katmanına yönelecek bir söylemin her birini hem muhatap alması, hem de bütünü incitmemesi gereklidir. Bediüzzaman, kimisi için bir hoca efendi, kimisine imam, bazısı için düşünür ve hatta yazar, kimisi için de müfessir, Üstad, talebeleri nazarında ise müceddid kabul edilmiştir.

Bununla birlikte, Üstad da, muhataplarını dost, kardeş ve talebe olarak ayırmıştır. Hatta talebeleri arasında ilk dönem talebeleri (Biraderzâdesi Abdurrahman ve Molla Hamid gibi), Isparta Kahramanları (Hüsrev, Ref’et, Binbaşı Asım Beyler ve Albay Hulusi Bey gibi) ve son dönem talebeleri (Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Tahiri Mutlu, Bayram Yüksel gibi) ve vefatı ardından gelen takipçileri dönem ve yer itibariyle farklı özellikleri taşıyabilmişler ve hatta belli konularda çatışabilmişlerdir.

 

Üçüncü olarak, Bediüzzaman için sözün makamı ise, ‘ne için söylenmiş’ ve ‘ ne içinde söylenmiş’ biçiminde formüle edilmiştir. Her sözün bir makamı vardır; eğer bu söz kâinatın bütününü kapsıyorsa binlerce makâmâtı vardır. Hele bu Allah’ın kelâmıysa sonsuz makâmâtı vardır. Bu yüzden Risaleler, Kur’ân sözlerinin binlerce makamından bir kısmını te’vil etmek suretiyle marifet basamaklarını çıkmaya çalışır.

 

Sözün makamı, marifetin makamına yol açacaktır. Buradan hakkalyakîn derecesinde bir ilm-el yakîne kavuşulacaktır. Sonuçta, yıllarca sürecek bir çabayla ulaşılacak makâmât, sözün makâmâtının, sözün hakaikını açmasıyla kısa sürede elde edilebilecektir.

Hakikat mesleği olarak tanımlanan bu çaba, Risale-i Nur mesleğinin intişarının yegâne sebebi kabul edilmektedir. Risaleler, bu sebeple, ne şarkın ulûmundan, ne de garbın fünunundandır; yalnızca Kur’ân’ın hakikatlerinden intişar etmiştir.

 

Risale-i Nur da sorgulanabilir mi?

 

Şüphesiz her şey ve herkes sorgulanmalıdır; Risaleler de bundan ayrı tutulmamıştır. Risaleler, kolektif bir derstir, Said de bir ders arkadaşıdır; söyledikleri mihenge vurulmalıdır, doğru çıkarsa alınmalı, yanlış ya da eksikse geri gönderilmelidir. Bedüzzaman söylediği için değil, doğru olduğu için kabul edilmelidir; hakkın hâtırı âlîdir, hiçbir hâtıra feda edilemez. Zaman cemaat zamanıdır; kolektif akla herkesin vereceği katkılar olmalıdır, biat ve vesâyet hakikatin önünde perdelerdir, en büyük istibdat ilmi olandır; Said yoktur, Said’in kerametleri de yoktur, yalnızca Kur’ân hakikatleri ve onun zamana indirilmiş bir ilhamı olan Risale-i Nur vardır. Said yalnızca bir tablacı hükmündedir; bunu ifade edecek olsa olsa bir ‘Üstad’lık payesi verilebilir.

 

Risaleler muhatapla birlikte yeşeren eserlerdir…

 

Risaleler müzâkere ve müşâvereyi esas alır, bu özelliği eserleri farklı kültürlere açılımında öncül olmaktadır. Herkes Risalelerin dairesinin içine girebilmekte, Mevlânâ’nın eserleri gibi, yıllar geçtikçe birçok şerh ve izahı yapılarak, çok farklı kültürden (ve hatta dinden), sosyal tabakadan insanları kendisiyle buluşturmaktadır; herkes kendi dilinden Risaleleri anlamakta ve anlatmaktadır. Bediüzzaman, talebeleriyle olan yazışmalarında özellikle Lâhikalar isimli eserlerinde, kendini bir çekirdek gibi gördüğünü anlatarak, sürekli yeni baharları müjdelemiş, bununla ilgili çalışmaları büyük bir hevesle desteklemiştir.

 

Son söz olarak, Bediüzzaman ve eserleri birer çekirdek hükmündedir, diyelim mi?

 

Çok güzel olur... Bediüzzaman’ın ölümü, çekirdeğin toprakta çürümesi gibi, Risale-i Nur ağacını ortaya çıkarmaktadır, diyerek bu duânın neticelerini seyretmeye koyulalım, inşâallah...

 

www.RisaleHaber.com 

 

I. BÖLÜM: Risale-i Nur’un popüler bir dili vardır

Röportaj Haberleri