Bediüzzaman’ın kabri nerede? (3)
Bediüzzaman şâir değildir. Daha çok düşüncenin bütün hadlerini ihata eden nesri tercih eder; ikna ve isbata çalışır. Ne var ki, numûne kabilinden de olsa zaman zaman şiirin kapısını da aralar. Eddâî başlığını taşıyan şiiri, her Nur talebesinin ruh dünyasını ürperten numûnelerden.
Bin dokuz yüz yirmide kaleme aldığı Eddâî, herhangi bir şiir değil, kırk yıl sonra olacakları gören bir gözün müşahedatı, devrin kalbi mesabesindeki bir yüreğin elim yangınını terennüm, asrın şuuru demeye şayeste bir şuurun sarsılmayan iman ve ümidini haykırışıdır. Fakir için ise Eddâî, her okuduğumda boğulduğum hüzün, kıvrandığım elem, cesedimi diriltecek bir isyandır: Zulme, korkuya, ümitsizliğe, şerefsizliğe, ahlâksızlığa isyan!..
Eddâî’yi birlikte hatırlayalım mı?
EDDÂÎ
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said'den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.
Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş.
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm'a.
Mezar taşımla pür-emvat enindar o mezarımla
Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.
Yakînim var ki: İstikbal semavatı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm'a.
Zira yemin-i yümn-i imandır
Verir emn-ü eman ile enama..
Şiirin tahlilini yapmayacağım, ne anlıyorsanız, odur. Bediüzzaman, hicri 1379’da (1960) vefat edeceğini, 1380’de İslâm’ın “hüsran”ı olarak değerlendirdiği 27 Mayıs Darbesinin olacağını haber vermekle kalmıyor; ruh hâlini, derin elem ve ızdırabını da dile getiriyor. Darbe sonrasının ağır şartları içinde ümitsizlik gayyasında boğulmasınlar diye, başta talebeleri olmak üzere, ehl-i imana da hiç sarsılmayan inancını tekrarlıyor:
Yakînim var ki: İstikbal semavatı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm'a.
Zira yemin-i yümn-i imandır
Rabb’im gani gani rahmet eylesin! Amin, amin...
Bu şiirle vasiyetindeki gizlilik telkinini şimdi birlikte düşünelim! Sizce kırk yıl önce vefat tarihini ve mezarının yıkılışını haber veren Bediüzzaman, vasiyette mi bulunuyor, yoksa kaderin hükmüne talebelerini mi hazırlıyor? Vasiyet, taleb etmektir, istemekdir. Olmasını istediğiniz bir şeyi, bir neticeyi, bir maksadı istemekdir. Kırk yıl sonra olacakları gören bir insan, olacağı niye vasiyet etsin, zaten olacağını görmektedir!
O halde ilk yazının başına aldığım vasiyet metninden maksad nedir? İmtihan sırrını bozmayacak ölçülerde söylediklerini anlamakta sıkıntı yaşayan talebelerine müşahedatını nasıl anlatabilirdi? Kırk yıl sarîh bir şey ifade etmeyen “Eddâî”nin sırlarını ancak kaza vuku bulduktan sonra anlayıp hayret ve hayranlığa gark oluyoruz. Yoksa o gün talebelerine vefatından sonra olacakları gördüğü gibi anlatmasını mı bekliyorduk? İmtihan sırrını bozacak adımı atmasını beklemek doğru olur mu? Nitekim Risâlelerde çok defa “Bundan fazlasına izin çıkmadı!” yollu ifadeleri kullandığı yerler, umumiyetle imtihan sırrını sarsabilecek noktalar değil mi?
Vasiyet meselesinde gâlib kanaatim şudur:
Hazreti Üstad, kırk yıldan beri gördüğü vefatı sonrasının ağır şartları içinde talebelerini ümitsizlik, üzüntü ve telaştan kurtarmak, isyan gibi bir takım menfi hareketlerden de korumak için bu elim hadiselerin sebebi olarak “kendi talebi”nin görülmesini, şefkat ve merhametinin neticesi olarak murad etmiş, fedâkârlıkta bulunmuştur. Nitekim talebeleri de bütün o elîm ve dehşetli hâdiselerin devrini Üstad’ın ikrâmı olan bu teselli imkânı ile aşmış, o yangını geride bırakmışlardır.
Kısacası, karşısında bulunduğumuz hakikat, vasiyet değil, tahakkuku muhakkak olan elîm hadiselerin yıkıcılığını vasiyet perdesi altında hafifletmek, katlanılabilir hale getirmektir. Bediüzzaman’ın bu metinle, vefatından sonra da talebelerine şefkat ve merhametini devam ettirdiğini düşünüyor, öyle de inanıyorum.
Gizliliğe makuliyet çerçevesi olarak takdim ettiği kabir ziyareti adabındaki bozulmalar ile nazarları şahsına çekmemek hakikati hem zayıfdır hem de kıyamete kadar devam edeceği zehabını kırmaktadır. Zirâ, her iki şart da aradan geçen elli sekiz yıl zarfında o günlerdeki değerini kaybetmiştir. Ehemmiyetin Bediüzzaman’ın şahsında değil, Kur’an hakikatlerinin asra bakan has bir mahzeni olan Risâle-i Nurlar’da olduğunu –en azından ekseriyet itibariyle- öğrendik. Öğrenemeyenlerin ise bundan sonra da öğrenme liyâkatları yok demekdir.
Kabir ziyareti adabı ise zaten zayıf bir unsurdur. Bugün hiç kimse de türbelerde yiyebileceği toprak bulma arayışında değil. Bu ve benzeri aptalca hurafelerin İslâm’dan olmadığını kaçarak değil, ancak izah ederek anlatabiliriz. Hiç kimse cahil ve şuursuzların tasallutundan mukaddeslerini imha ederek kurtulamaz! Bu mantıkla yıkmayacağınız mukaddes kalmaz, Kâbe ve Ravza-yı Mutahhara da dahil. Vahhabilerin kulakları çınlasın...
Peki âleniyet niçin gerekli, neden ekser Nur talebelerinin tahkir ve itirazlarını da göze alarak bu mesele ile yatıp kalkıyorum? İki sebeple:
Birincisi, Bediüzzaman ve kabrine, hiç kimse mücrim muamelesi yapamaz!.. Habis bir darbenin bu şeni icraatına devletin sahip çıkması da Ankara için tam bir yüz karasıdır. Ankara, bu zulmün devamından yana tavır takındığı müddetçe o zâlimlerle birlikte anılmaya devam edecektir, ediyor!.. Yazık ki, bu millet, bir asırdır devletçilik ile milliyetçilik ekseninde şuur felci yaşıyor. Putperest tavrı ile milliyetçilik ve devletçiliğe selâm duran geniş bir kitlenin sathî ve sığ zihninde, “Bediüzzaman, devletin kabrini parçalayıp cesedini yok ettiği Kürt ve Kürtçü bir haindir!” Ağzınızla kuş tutsanız, Bediüzzaman’ın kabri ifşa edilip devlet tarziye vermedikçe bu dehşetli, haksız ve ahmakça zihin istilâsını durduramaz, karşı koyamazsınız. Yazık ki her geçen gün bu istilâ daha da genişliyor. Zirâ hep birlikte yeni baştan Kamal Atatürk ve parlak icraatlarını keşfederek “Atatürkçü”leşiyoruz. Millî görüşün kırk yıllık tilmizleri bile iktidara geldikten sonra bu yarışta ipi göğüslemenin derdine düştüler.
İkincisi, Üstadımın kabrine gidip, dua okumak istiyorum. Üstadım, o zulüm devri bitti, kabrinin başındayım; demek istiyorum.
Bu yazıların maksadı Nur Talebelerinin itiraz, tahkir ve suallerine cevab yetiştirmek değildir. Yine de iki hususu, umuma mal oldukları için hatırlatarak bitirmek istiyorum.
Birincisi, Mehmed Fırıncı Abi, Mahmut İşgören, Ahmed Dernekli ve Mehmed Baytekin’den dinlediğim, merhum Tahiri Abiden nakledilen hâtıra. Tahiri Abi, bu zevat gibi çok kişiye muhtelif vakitlerde Üstad’ın kabrinin bir gün alenileşeceğini ve üzerine Mevlan’a türbesi gibi bir türbenin veya külliyenin inşa edileceğini söylüyor. Bu, Tahiri Abinin tesellisi değil, etrafındakilere verdiği bir gelecek müjdesidir. Bir adım öteye gitmek gerekse, keşfidir, derim.
Diğer husus, Necmeddin Şahiner abinin Üstad’ın kabrini çocuklarına göstermek niyeti ile çıktığı yolculukta trafik kazası geçirip, kısmen hafıza kaybı yaşadıktan sonra hayata tutunmasıdır. Bazı programlarda, kabir ziyareti için kendisinden rehberlik yapmasını isteyenlere, “Gidelim, ama sizin arabanızla!” dediği rivayet ediliyor. Yazık ki, bu kanaat ekser Nur talebelerinde de mevcuttur. Yine yazık ki, bu elîm kazayı Üstad’ın vasiyetine aykırılıkla izah edip farklı düşünen talebelerin önünü kesmek için kullanıyorlar. Fakire de Şahiner’in âkibetini hatırlatanlar az değil.
Bu tuhaf mantığa göre, bayramlarda sılâ ve akraba ziyaretine gitmek için yola çıkıp trafik kazalarında yolda telef olan yüzlerce kişinin kabahati ebeveynlerinin ziyaretine gidiyor olmalarıdır. Bir kazanın bütün sebep ve hikmetlerini o yolculuğun maksadına bağlayan bu mantığı sıhhatli görmek akla ziyandır. Kendisi de dahil, Şahiner’in Üstad’ın hışmına uğradığını kimse söyleyemez, söylememeli. Ama yazık ki, mutlak bir hakikat gibi intişar etmiş vaziyette. Bediüzzaman’ı kabrinde ziyaretçilerini cezalandırmak için bekleyen bir ruh hali içinde tasvir eden bu zehab Nur talebelerine yakışmıyor.
Necmeddin abi nereye gitmek istiyorsa, arabamla götürmeye hazırım...
Hulâsa-i Kelâm, Sayın Erdoğan! Birinci derecede bu yazılardan maksadım, dikkat ve alâkınızı çekmekti. Hâlâ devleti bu şeni icraatın hamisi olmaktan kurtarabileceğinize dair, ufak da olsa bir ümidim var, geciktirmek istemedim.
Nur talebelerine gelince!.. Onlar, Üstad ve Nurlara savrulan her mızrağın, atılan her okun, hedef alan her hamlenin önüne düşünmeksizin fırlayan bir kardeşlerini nasıl linç edebileceklerinin derdindeler. Bir gün anlarlar mı? İnşaallah, temennimdir. Onlar anlamasalar bile Hâlık biliyor ve ben, onlar Nurcu oldukları için Nurcu olmuş değilim! Hepsi vaz geçse, itikadım sarsılmaz, ye’se düşmem inşaallah. Herkes Nurcu olsa, yakinim ziyadeleşmez.
Allah, Nurculara da, ümmete de İttihad İslâm’ın yegâne necâd kapısı olduğu şuurunu verip, tabû ve tağutlardan muhafaza eylesin.
Not: Kabrinin nerede olduğunu ifşa şeref ve bahtiyarlığı, Üstad’ın hayattaki talebelerinin hakkıdır. Bu vazifeyi makul bir müddet zarfında ifâ edeceklerini ümid ve temenni ediyorum. Böyle olmaz da iş başa düşerse, o vazifeden de ictinab etmeyeceğimiz, umarım malum olmuştur...