Bediüzzaman, Fethullah Gülen ve Fadlallah

Mustafa ÖZCAN

Bediüzzaman, zamanın ilcaatı ve icabatı bağlamında ihtisasa önem vermiştir. Bununla birlikte İslami hizmetlerde hizmetin kuyruğunu hakim cereyanlara kaptırmaması için kurumsallaşmaya gitmeyi zamanın olgunlaşmasına talik etmiştir.  Kurumsallaşma hakim cereyanların ve ideolojilerin tortusundan kurtulduğunda tabii ki elzemdir. Lakin bunun dışında hizmet eksenli kurumsallaşmalar hakim cereyanların etkisi altına girebilir. Bundan dolayı dikey değil belki yatay kurumsallaşma daha az riskli olabilir. Bediüzzaman’ın en önem verdiği hususlardan birisi ihtisaslaşmadır. Günümüzde bilimde patlama ve hayatın karmaşıklığından dolayı buna bir nevi mecburiyet hasıl olduğunu düşünmektedir. Lakin bu kurumsallaşma ilimlerin tasnifinde olduğu gibi birbirini daha iyi tanıma ve derinleşe içindir. Yoksa ihtisaslaşma profesyonelleşme anlamında bir körlüğü de beraberinde getirebilir. Bundan dolayı ihtisasın disiplinler arasında işbirliğini de beraberinde getirmesi gerekir.  Bazen tek disiplin üzerinde kökleşme ve derinleşmenin insanı diğer disiplinlerden kopardığı ve kamil, mütekamil bir insan olmaktan alıkoyduğu gerekçesiyle buna karşı çıkanlar da olmuştur. Burada da kısmi bir cihetle haklılık payı vardır. Öyleyse ihtisas bir mecburiyettir lakin ihtisaslaşma parçalanmayı ve diğer disiplinlere yabancılaşmayı beraberinde getirmemelidir. Bu dikkate alındığında, ihtisaslaşmanın da yan tesirleri önlenmiş olur.

İhtisaslaşmanın zaruretini idrak bağlamında günümüzde Bediüzzaman’a benzeyen isimlerden birisi Lübnanlı  Şii ulemadan Muhammed Hüseyin Fadlallah’dır. O da Bediüzzaman’ın dediğine benzer şeyler söylemektedir. Bediüzzaman’ın “Günümüz tarikat (veya şeyhlik) zamanı değil cemaat zamanıdır” sözü bu anlamda bayağı vaveyla koparmıştır. Bunu neden söylemiştir? Günümüzdeki meydan okumalar fertlerin takatini aşan bir boyuttadır ve dolayısıyla bu meydan okumalara kolektif olarak mukabele edilmelidir. Şeyhin gücü ne kadar büyük olursa olsun günümüzdeki kolektif ve çok boyutlu meydana okumalara karşı bir fert olarak yapabileceği mukabele sınırlıdır.  Bediüzzaman böyle dediği için ona karşı çıkanlar olmuş lakin ona karşı çıkanlar bile fiiliyatta cemaatleşme dönemine girmişlerdir. Günümüzde Hamalı Şeyh Muhammed el Hamid ve benzerleri, elyak şeyh kalmadığını ve mevcut şeyhlerin de teberrük şeyhi olduğu yönündeki ifadelerini bir yana bırakacak olursak; tarikat eksenli bazı yapılanmalar bile fert düzeyini aşmış ve kolektif boyutlar kazanmış ve kolektif hizmet anlayışına gelmiştir. Dolayısıyla bu bağlamda, Bediüzzaman’a muhalefetleri lafzidir. Bediüzzaman da bu sözleriyle şeyhlik kurumunu hedef almamış ve buna karşı çıkmamış bilakis bu zamanda hizmet metodlarının alması gerektiğe şekle ve forma işaret etmiştir. Fadlallah da aynen Bediüzzaman gibi ‘ Zaman ferde dayalı merci-i taklit dönemi değil ulama şurası dönemidir’ demiştir. Bediüzzaman’la aynı sözleri söylemiş ve Şia içindeki geleneksel mercii- taklit yapısına karşı çıkmıştır. Zira bizdeki geleneksel tarikat yapısını andırmaktadır. Elbette ki bu sözlerini yadırgayanlar olmuştur.

Bu anlamda,  geleneksel  merci-i taklit, işlevini dar dairede yakınlarıyla birlikte yürütmekteydi.  Fadlallah ise ilcaat-ı zaman bağlamında bu yapıyı modernize etmek istemiştir. Belki Fadlallah’a göre merci-i taklit klasik haliyle biraz dedelik kurumunu andırmaktadır. El-Veşia kitabında Musa Carullah Bigiyev bu boyuta çok kapsamlı bir biçimde temas etmiştir. Fadlallah da günümüzün karmaşık ve grift bir yapıyı andıran konjontüründe mercii- taklidin yapısının kolektifleştirilmesinden başka çare kalmadığını savunmuştur. Fiiliyatta da bunu denemiştir. Bundan dolayı geriye onlarca kurum bırakmış ve bu kurumlarda binlerce kişi barınmakta ve binlerce kişi çalışmaktadır. Hatta bu nedenle Fadlallah’dan sonra bu kurumların geleceği ve kimler tarafından ve nasıl tedvir edileceği tartışılmaktadır.  Merci-i taklit anlayışı itibarıyla Bediüzzaman’ın fikirlerinin ruhuna yakın şeyler söyleyen Fadlallah, baba Hui ve  Abdulmecid Hui ile birlikte modernizasyon denemesinde bulunmuştur.  2003 yılında Irak’a gelmesiyle birlikte öldürülen Abdulmecid Hui ve Fadlallah okullar ve yetimhaneler açarak kurumsallaşmakta ve bu açıdan da hizmet metodu Fethullah Hoca’ya benzemektedir. Özellikle Abdulmecid Hui sadece hizmet açısından değil Şii olmasıyla birlikte Batı kurumlarıyla girdiği yakın fikri münasebetler açısından da Fethullah Gülen’i hatırlatmakta idi.

 Fadlallah’ın kurumsallaşmanın ötesinde en fazla başvurduğu kavramlardan birisi de diyalogdur ki, Fethullah Gülen hareketi ile bu konuda aynı dalga boyunu temsil etmektedir.  Bununla birlikte, merci-i taklidin yapısını kurumsallaştırma bağlamında Fadlallah’ın teklif ettiği Vatikan modeli maksadı aşan bir ifade olmuştur. Bilindiği gibi, ihtisaslaşma merkezileşme anlamına gelmemelidir ve dine açıdan Vatikan bir merkezileşme ve tekelleşme üssüdür. İncil yorumu üzerine vesayet kurmuş ve bu yönüyle Protestanlıktan ayrılmaktadır. Protestanlığın doğmasının asıl nedeni bu merkezi yapıdır.  Kırılıncaya kadar insanlık birçok badireler atlatmıştır. Elbette merkezi yapının karşısında dağınıklık da hoş görülemez. Lakin orta bir yol olarak esnek yapı tasavvur edilebilir. Velhasıl, Fadlallah merciiyyetin heyet halinde gelmesini savunmakta idi. Bu da bize esasında Bediüzzaman’ın kullandığı başka bir kavramı hatırlatmaktadır:  Şahsı manevi. Bu anlamda Fadlallah merciiyyetin şahsı manevi haline getirilmesini savunmuştur. Şura Fukaha veya Fakihler Meşveret Heyetini tavsiye etmiştir( İbrahim Bayram, En Nehar gazetesi, 8/7/2010).

Günümüzde içtihad meselesinde bazı fakihler kolektif içtihadı savundukları gibi merhum Ebu’l Hasan en Nedevi de belki de İslam milletler topluluğunun veya camiasının farklı bir versiyonu ya da eş anlamlısı olarak kolektif hilafeti savunmuştur. Bu da siyasi dairede bir şahsı manevi anlayışı sayılabilir.  Bediüzzaman da bilhassa tefsir ve benzeri hususlarda artık ihtisas kurullarının devreye girmesinin zaruretine dikkat çekmiştir. Bediüzzaman’ın bu husustaki fikirlerine muttali olmak için aşağıdaki fıkrayı nazarlarınıza sunuyoruz:

“Kur'ân-ı Azîmüşşan bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve ferdlerine hitaben Arş-ı A'lâdan irad edilen İlahî ve şümullü bir nutuk ve umumî, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamana ait pek çok fenleri ve ilimleri câmi'dir.Bu itibarla zamanca, mekânca, ihtisasça daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur'ân-ı Azîmüşşana tefsir olamaz. Çünki Kur'ân’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi' bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hâlî olamaz ki, hakaik-i Kur'âniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup, başkası o davanın kabulüne davet edilemez. Meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola.

Binaenaleyh Kur'ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlarının tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin; ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin.

Binaenaleyh Kur'ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlarının tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin; ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin.

Evet Kur'ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada mâlik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zât olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur. İşte Kur'ân’ı ancak böyle bir şahs-ı mânevî tefsir edebilir.İşte büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki: Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzaman'ın eserleri, sünuhât-ı kalbîye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdîrine mazhardır.Risale-i Nur, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyânın bu asırda bir mu'cize-i mâneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet Risale-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbii ve müzekkîsidir…”

Ne diyelim, akıl için yol bir…

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.