Bu serinin birinci yazısında bir karmaşaya dikkat çekmiştim. Yüzleri nur talebelerine dönük olarak "Bediüzzaman'ın hiç mi hatası yoktu be kardeşim?" diye soranlar, aslında o cümleyle zâhirin işaret ettiği manayı değil, başka bir manayı murad ediyorlar. Çünkü görünüşte cümlenin ifade ettiği şeye hiçbir nur talebesi dönüp "Hâşâ! O hata yapmaz. İsmet sahibidir!" şeklinde karşılık vermez/veremez. Verirse zaten nur dairesinde kalamaz. (Ehl-i Sünnet dairesinde olmayanın nur dairesinde ne işi vardır?) Nur talebeliği, Bediüzzaman'ın 'masum imamlığına' iman etmekle değil, onun da (sık sık altını çizdiği gibi) her kul gibi hataya açık olduğuna iman etmekle mümkün olan birşeydir. Çünkü istikamet budur.
Fakat dediğim gibi: Yukarıdaki sorunun sahipleri o cümleyi zâhir-i cümlenin işaret ettiği mana ile kullanmıyorlar. (Bunu diyaloğunuz birazcık ilerleyince apaçık bir şekilde farkediyorsunuz.) Aslında demek istedikleri: "Bediüzzaman hiç mi sapkın bir görüş savunmamıştır?" İşte nur talebeleri olarak biz buna "Hâşâ!" diyoruz. Ve iddialıyız. Onun her tavrının Kur'an ve sünnet içinde (ve de ehl-i sünnet çizgisinde) bir dayanağının olduğunu düşünüyoruz. (Bu dayanak, size, 'asıl itibar edilecek olan' olarak gelmeyebilir. Siz diğer bir içtihadı daha muteber görebilirsiniz. Bu ayrı bir mesele.) Merhum Abdülkadir Badıllı ağabey gibi ehl-i ilim çokları da bunları ortaya koyuyorlar/koydular. Allah hepsinden razı olsun.
İstikamet Yazıları (1) kitabında, bir açıdan tam da benim işaret ettiğim şeye temas eden bir izah gördüm. Gerçi izah, ehl-i sünnet ulemasının, Hz. Muaviye (r.a.) konusunda gösterdiği hassasiyetin gerekçesini ve genel olarak ehl-i sünnet çizgisinin sahabeye bakışını izah ediyordu. Ancak orada Ebubekir Sifil Hoca'nın ortaya koyduğu bir ayrım, Nur talebelerinin, bu tarz sorular ekseninde başka dinî gruplarla yaşadığı tartışmalara da ışık tutuyordu. Sadede gelirsem. Diyor ki Ebubekir Hoca orada:
"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin tamamını 'udul' kabul eder. Bunun anlamı (Usulcüler farklı mülahazalarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tesbit edebileceğimiz gibi) onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, desise, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, Sünnet’i naklederken de emin/güvenilirdirler."
Devamında ise bunun 'masumluk' anlamına gelmediğini, sahabenin, insan olarak hiçbir hataya düşmemesinin (tâbir-i diğerle peygamberî bir ismetin) 'udul'le kastedilen olmadığını şöyle izah ediyor:
"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum ve hatadan masun olduğunu iddia etmez. Onlar da beşerdir; hata yapar, kusur işlerler. Sahabîlik faziletine sahip olmak ayrı, masum/günahsız-hatasız olmak ayrıdır. 'Sohbet' şerefine nail olması Sahabe’yi günahsız kılmayacağı gibi, aralarından (nadiren de olsa) içki içmiş, zina etmiş... kimselerin çıkması da onları sıradan insanların seviyesine indirmez. Onları farklı kılan, 'sohbet-i canan'a nailiyetleri, teslimiyet, fedakârlık ve feragatları, sabır ve gayretleri, en önemlisi de Kur’an ve Sünnet tarafından methedilmiş olmalarıdır."
Yanlış anlamak için hazır bekleyen insanlar için altyazı geçeyim: Ben Bediüzzaman'ın sahabe makamında görmüyorum. Bu bahsi buraya almamın sebebi, ehl-i sünnetin sahabeye yönelik duruşunun, nur talebelerinin (hatta bütün İslam geleneğinin) mürşidlerini savunurken hissettikleri şeyi akla yaklaştırır bir yanının olması. Yani nur talebeleri, yukarıda ehl-i sünnet ulemasının sahabe hakkında hissettiği gibi, Bediüzzaman'ı 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak' görüyorlar. Yoksa günahsızlığı/hatasızlığı (hâşâ) iddiasında falan değiller. Böyle düşünmelerini, kalplerindeki ehl-i sünnet itikadında önce, mürşidlerinin bizzat kendi ifadeleri engelliyor. Ki bunun birçok örneğini de bir önceki yazıda vermiştim. Tekrar alıntılar yaparak yazıyı uzatmayacağım.
Şimdi soruyorum: Bir insanı 'mürşid' bilmek zaten onun duruşunu 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulmakla' mümkün değil midir? Biz mürşidimizin tedrisinde bunu gördük. Bu yüzden dersine teslim olduk. Eğer öyle olmadığını düşünen varsa; onun yapacağı, imalı sorularla arkamıza dolaşmak değil, Bediüzzaman'ın sapkınlıklarını (iftira etmeden) isbat etmektir. Bizim görevimiz de Bediüzzaman'a her atar yapana "Sen de haklısın..." demek değil, mürşidimizi (yapabildiğimiz ölçüde) hak deliller ile savunmaktır. Talebeliğin sadakati bunu gerektirir. İmam Ebu Yusuf (r.a.), eleştirilere karşı hocası İmam-ı Âzam Ebu Hanife'yi (r.a.) savunurken, herhalde 'masum imamlığını' savunmuyordu. Duruşunun mantığını/delillerini izah ediyordu. Başkaları da yine böyle mürşidlerinin yollarını hak deliller ile savundular. İslam tarihine aşina olanların hiçbirisi bu türden olayların yabancısı değildir.
Ne diyelim? Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail, sırlarına aşina, derslerinden müstefid eylesin. Âmin. Şu İslam bahçesinin her hak rengi bizim bir güzelliğimizdir. Onlara karşı insaflı olalım. Çünkü güzellik kalbe ancak insafla gelir.