Demokrasi hakkında, hele türleri de ayrı ayrı söz konusu olduğunda, pek çok şey söylenebilir. Fakat bütün demokrasi türleri için söylenebilecek son derece net ve kesin birşey vardır ki, o da, halk iradesini en yüksek yetki mercii olarak kabul ettiğidir. Herhalde buna, demokrasiyi savunan arkadaşlarımızın hiçbir itirazları olmayacaktır. Eğer olursa, o zaman demokrasi adı altında başka birşeyden söz ediyorlar demektir.
İşte problem de tam bu noktada çıkıyor. Hiyerarşinin en üst noktasına beşer iradesini koyan bir rejim ne kadar İslâmî olabilir? İşte Allahın apaçık âyetleri:
Onlar Emir ve idarede bizim de bir payımız olacak mı? diyorlar. Sen de ki: Emir ve idare bütünüyle Allahındır. (Âl-i İmrân, 3:154.)
Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman, ne bir mümin erkeğin, ne de bir mümin kadının, o işte başka bir seçeneği olmaz. Allaha ve Resulüne isyan eden ise apaçık bir sapıklığa düşmüştür. (Ahzâb, 36:33.)
Şunu da bilin ki, aranızda Allahın Resulü vardır. Eğer işlerin birçoğunda o size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. (Hucurât, 49:7.)
Buna karşılık, istişareyi emreden âyetler de vardır. Nitekim demokrasiyi savunan arkadaşlarımız da görüşlerini bu âyetlere dayandırıyorlar. Fakat Kurânı bütün olarak ele aldığımızda, istişareyi emreden ve müminlerin özelliği olarak sayan âyetleri, yukarıda saydığımız âyetlerin sınırlamış olduğunu görürüz. Yani, bir Müslümanın dünyasında, hiyerarşinin en üzerinde Allah ve Resulünün buyrukları vardır; istişare bunların gölgesinde yapılır. Bir başka deyişle, kulların iradesi, Allah ve Resulünün iradesine arz edilir, Uygundur cevabını alan, uygulanır.
Demokraside ise durum bunun tersidir. İdeal mânâda işleyen bir demokraside belki Kurânın hükümlerini de rahatlıkla gündeme getirerek tatbikini isteyebilirsiniz. Fakat bu hükümlerin beşer iradesi tarafından onaylanması şartı vardır. İşte, bir Müslümanın itikadına ters düşen şey de budur; kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın böyle bir uygulamaya İslâm kılıfı geçiremez.
Ancak burada ayırt edilmesi gereken bir nokta, böyle bir tatbikat içinde bulunan, yani Allahın indirdiği ile değil de beşer iradesiyle hükmeden kimselerin durumudur ki, Üstad Hazretlerinin Münazarattaki açıklamalarından da hatırlanacağı gibi, bunda iki şık vardır:
Kişi, tasdik etmediği için mi Allahın indirdiğiyle hükmetmiyor?
Yoksa Allahın indirdiğini kesin bir şekilde tasdik ettiği halde mi onunla hükmetmiyor?
Bunlardan birincisi için verilecek hüküm kâfir iken, ikincisi sadece fâsık durumunda kalır.
İşte, Eskişehir Müdafaasında muhteşem bir formül halindeki ifadesinde, Üstad Hazretleri, yönetimdekilere ikinci yolu gösteriyor:
Ben hükûmet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım kanun-u medeniyeyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye biliyorum.
Yani, İslâmın kanunlarını beğenmemek sebebiyle olmasın da, hiç değilse ilcaat-ı zaman gibi bir mazeretle, muvakkaten ecnebî kanunlarını kabul etmiş olun; böylece fâsık olarak kalır, küfre düşmekten kurtulabilirsiniz demektir. Onun için, Bediüzzaman, hayatının hangi döneminde olursa olsun, bu devleti ve hükûmeti İslâm sıfatıyla zikretmiştir.
Meşrutiyetten ve hürriyetten bahsederken Üstad Hazretlerinin meşrûa, şeriye, âdâb-ı şeriatla müzeyyen gibi sıfatları zikretmeyi ihmal etmemesi de gösteriyor ki, hangi devirde ve hangi şartlar altında olursa olsun, onun tasvip veya müdafaa ettiği şey, ancak İslâm şeriatının dairesi içindedir. Bunun yanı sıra, Üstadın demokrasi kelimesini hiçbir zaman kullanmamış olmasına da dikkat etmek gerekir. Oysa Üstadın hayatında bu söz etrafta sıklıkla dolaşıyor ve onun üzerinde nice tartışmalar cereyan ediyordu. Eğer Üstadımız bazı arkadaşlarımızın anlattığı gibi demokrasiye gerçekten gönül vermiş olsaydı, onca seneler boyunca gönül verdiği şeyin adını birkaç mektubunda olsun zikretmez miydi?
Bu konuda gerçekten incelenmeye değer birşey varsa, o da, var olduğu iddia edilen Bediüzzaman-demokrasi ilişkisinin nerede ve nasıl ortaya çıktığıdır. Üstadın eserlerine ve hayatına baktığımızda, demokrasiden açıkça söz ettiğini görmüyoruz. Fakat bugünkü manzarada, meşrutiyet, hürriyet, adalet gibi bir dizi mefhumu demokrasi yerine kullanmış bir Üstad görüyoruz! Tekrar tekrar dönüp Üstadı inceliyoruz; onda bir değişiklik bulmuyoruz. Herhalde zaman içinde bizim bakışımıza birşeyler olmuş olmalı...
Bu arada şunu da belirtelim ki, Bediüzzaman-demokrasi ilişkisi, Risale-i Nur cemaatleri içinde yaygın olarak kabul gören bir mesele değildir. Cemaatlerimizden sadece bir tanesi içinde böyle bir telâkki her nasılsa vücuda gelmiş ve yerleşmiş bulunuyor. Problemi çözmenin ilk adımı, işte bu telâkkinin ortaya çıkış zaman ve şeklini masaya yatırmak olacaktır. Yoksa, Risalelerdeki meşrutiyet kelimelerini çizip üzerine demokrasi yazmaya devam etmek, Üstada iftiradan ve Risale-i Nurda açıkça tahrifattan başka bir mânâ taşımaz.
Ayrıca, bu konudaki münakaşalar hiçbir zaman bir kazanç-kayıp meselesi olarak anlaşılmamalıdır. Bediüzzaman Hazretlerine ait bir meselede hak ortaya çıktığı ve bir yanlıştan dönüldüğü zaman, bütün Nur talebeleri bundan kazançlı çıkmış demektir.
umsimsek@gmail.com