Bediüzzaman ismini ilk kez o an duydum

Mehmet Kırkıncı Hocamızla Risale Haber olarak uzun bir röportaj yaptık. İşte ilk bölüm…

Röportaj: Abdurrahman Iraz-İhsan Atasoy-Mehmet Ali Bulut-Abdülkadir Özsoy/Risale Haber

 

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri ile yaptığımız röportajlar serisinin bir başka bölümündeyiz. “Kırkıncı Hoca” namıyla maruf, Üstadımızı müteaddit defalar ziyaret etmiş, şarkta ve garpta da iyi tanınan Mehmet Kırkıncı Hocamızla Risale Haber olarak uzun bir röportaj yaptık. Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin doğumundan itibaren bugüne kadar Risale-i Nur hizmeti ile geçen, İslami hizmetlerle geçen hayatını ve merak edilen birçok noktayı sorduk. Söyleşiyi iki önemli gazeteci ile birlikte gerçekleştirdik. Üstadın talebeleri üzerine araştırmalarıyla bilinen İhsan Atasoy ve araştırmacı yazar Mehmet Ali Bulut.

 

KUR’AN OKUMAK YASAK İDİ EZANI KALDIRMIŞLARDI

 

Hocam, kaç yılında doğdunuz?

 

1928

 

Kitabınızda okudum siz de şarkta benim gibi ay ve gün bilmiyorsunuz değil mi?

 

O kadarı aklıma gelmiyor.

 

İlkokul okudunuz mu?

 

Yok. Hiç okula gitmedim.

 

Ama sizin çok kitaplarınız var. Telif ettiğinizi epey kitap var.

 

Medrese tahsilimiz var. O zamanlar çok iyi bir devre değildi. Ezan yasak. Ezan, “Tanrı uludur” diye okunuyordu. Kur’an okumak yasak idi. Arapça okumak külliyen yasak. Ezanı kaldırmışlardı. Öyle kötü bir devrede babam bizi Hacı Mustafa Necati isminde bir zatın yanına tahsile verdi. 1940’tan 1944’e kadar o zatın yanında kaldım, tefsir yaptım.

 

NİYET, BABASININ KİTAPLARI YETİM KALMASIN!

 

Biraz peder ve validenizden bahseder misiniz?

 

Benim çocukluk zamanlarımda dedem hocaymış. Onun kütüphanesi vardı, kitapları vardı. Biz Erzurum’un köyündeydik, Güllüce Köyü. Babam bize derdi ki; ‘Ben sizi Erzurum’a götüreceğim. Orada Mustafa Efendi diye tanınmış genç bir hoca var. Onun yanında tahsil edersen, okursan babamın kitaplarını yetim bırakmazsın.’ Bunda niyet, babasının kitapları yetim kalmasın yani.

 

Aslen Erzurumlu musunuz yoksa herkes başka bir yerden mi oraya geldiniz?

 

Öteden beri gelmişiz.

 

Erzurum’a nereden gelmiş nesliniz?

 

Onu da bilmiyorum. Erzurum’un köyünde doğdum. Babam, Erzurum’a götüreceğim, dedi. Ondan sonra da aldı, Erzurum’a getirdi. Erzurum’a geldik. Sonra Hacı şeyhinde ilk tahsilimizi yaptık. Biz orada dört yıl okuduk. O, ‘Ben burada kalamam. Ezan okumak yasak. Kur’an okumak yasak. Dinimizi gizli yaşıyoruz’ dedi.

 

RİSALE-İ NUR’U O’NUN SEBEBİYLE TANIDIK

 

Babanız mı söyledi?

 

Mustafa Hoca söyledi. Benim hocamdı 1940’tan 1944’e kadar. Burada ben duramam, gideceğim, dedi. O zaman da yine Risale-i Nur’u O’nun sebebiyle tanıdık.

 

Siz 1940’ta Hoca Mustafa Efendinin yanına gittiniz. Ama 1928 doğumlusunuz. Buradaki o 12 sene... Biraz onu konuşmak istiyorum. Yani Mehmet Kırkıncı’nın çocukluğu nasıl geçti?

 

Çocukluğumuzda biz köyde kaldık. Koyun otlattık. Çobanlık ederdik.

 

Annenizin ve babanızın bir tarikata, cemiyete mensubiyeti var mıydı?

 

Hayır. Hiçbir tarikata mensubiyetleri yoktu.

 

İbadetleri?

 

İbadetleri vardı. Fevkalade ibadet ederlerdi.

 

Babanızın ismi neydi?

 

Celal.

 

Annenizin?

 

Hatice.  Babam her gün Muhammediye’yi okurdu. Her gün onu hatmederdi, okurdu. Sonra Kara Davud’u okurdu.

 

Çocukluğunuzda, yani siz yedi-sekiz yaşlarındayken köyden hatırladığınız arkadaşlarınız var mı?

 

Var tabi.

 

Onlardan bir yere gelmiş, tanınmış olan var mıdır?

 

Birkaç arkadaşımız vardı. Onlarla beraber derslerde istifade ettik Erzurum’da.

 

Medresede mi?

 

Evet. Çok arkadaşlarımız vardı o zaman. Bizim Hafız isminde bir zat vardı. Beraber onunla okurduk. Tefekkür eden vardı. Başka köylerden Hoca efendi, Hacı Halit Bey, Erzincan içerisinde ev vardı. Altı-yedi yıl onun yanında kaldık, okurduk. Biz tek Erzurum’daydık. Hoca efendinin medresesinde şahsi talebeydim.

 

FITRATEN MÜSPET HAREKETÇİYDİM

 

O zaman tabi tehlikeli bir dönemdi. Nasıl bu durumdan sizi muhafaza ederek okutuyordu?

 

Hoca efendi bambaşka bir adamdı. Lise öğretmenliği yapmıştı.

 

Arkaya baktığınızda altı-yedi yaşındaki, on yaşındaki Mehmet Kırkıncı nasıl bir çocuktu?

 

Çocuktuk. Kuzularımızı otlatırdık.

 

Haylaz mıydı? Kavga eder miydiniz?

 

Yok. Hiç kavga ettiğim yoktur.

 

Yani fıtraten müspet hareketçisiniz.

 

Çok. Yani çobandık köyde.

 

Köydeki arkadaşlarınız arasında nasıl bilinirdiniz?

 

Köydeki arkadaşlarımızın arasında birbirimize ismiyle hitap ederdik. İyi geçinirdik. Bizim köyde bir kişi öldü mü her odada hatim okunurdu. Biz de hatime giderdik. Hatim okunduktan sonra bizi ayağa kaldırırlardı. Kamet getirmemizi isterlerdi. Ezan okuttururlardı. Namaza nasıl başlayacaksın? Böyle başlayacaksın ilk tekbirde. Nedir ilk tekbir? Allahu Ekber. Bunları öğretirlerdi. Namazın sureleri. Hatimlerden sonra bir iki ders de o idi.

 

KÜRTLER ÇOK KUR’AN OKURLARDI

 

Gelenek halindeydi

 

Evet. Gelenek halindeydi. Her odada hatim okunurdu. Hatim okunduktan sonra da ayrıca Kürtler Kur’an okurlardı. Kürtler çok Kur’an okurlardı. Muhammediye her odada vardı köyde.

 

Kaç oda vardı?

 

Sekiz-on oda vardı.

 

BİRİNCİ CUMHURBAŞKANI YASAK ETTİ MUHAMMEDİYE OKUMAYI

 

Bugünkü medreseler yani.

 

Evet. Öyle. Her odada illaki Muhammediye vardı. Birinci cumhurbaşkanı yasak etti Muhammediye’yi okumayı.

 

Muhammediye, Osmanlı’da birlikteliği sağlayan bir şeydir. Bunlar çok mühim. Toplumda müşterek bir vicdan ve müşterek bir hedef var etme çabasına yönelik bir kitaptı. Her yerde okutulurdu o.

 

Bizim Erzurum’da her köyde illa Muhammediye vardı. Her köyde Muhammediye okunurdu.

 

HANIMLARIN ÇARŞAFLARINI YIRTTILAR

 

Ondan sonra 10-12 seneniz böyle geçti.

 

Şimdi ezan yasak. Köyün hocası ezan okurdu “Allahu Ekber, Allahu Ekber” jandarma geldi mi hemen değiştirirdi “Tanrı uludur, Tanrı uludur” acayip şeyler vardı.

 

Acaba yabancı ülkelerden mi getirilmiş?

 

Yok. Çok zalim adamlardı.

 

Bulgarlardan geldiğini söylüyorlar.

 

Köyümüzde bizim hanımlar hep çarşaflı idi. Çarşaflarını yırttılar. Hanımlar giderken başlarındaki bütün çarşafları tutup yırttılar. Yaşadık bütün bunları.

 

O askerlerin, jandarmaların dışarıdan getirtilme ihtimali var mı acaba?

 

Bilemiyorum. Komiserimiz de iyi değildi. Erzurum’a geldik. Risale-i Nur’u üç kişi ile okumaya başladık. Bir medresede okuyoruz. Sabahları ifade; niye okuyorsunuz? Niye bunun peşinden gidiyorsunuz? Bizim de ilim adamlarımız var.

 

Siz Erzurum’a geldiniz. Mustafa Efendinin yanına gittiniz. Orada eğitime başladınız. Nerede kaldınız orada?

 

Babam; “Sizi götüreceğim. Orada okuyacaksınız. Babamın kitapları yetim kalmasın” diye.

 

Sizin için Erzurum’a götürdü.

 

Evet. Kardeşimle beraber.

 

İSMİNİ İLK KEZ ORADA DUYDUM

 

Risale-i Nur’u Mustafa Efendi mi tanıttı size?

 

1942-1943 arasıydı herhalde. Bir gün okurken bize ilk defa İşaratü’l-İcaz’ı gösterdi. Dedi ki; “Bunu Bediüzzaman Hazretleri Cihan Harbinde at koştururken, Pasinler dağlarında yazmış.” Anaa, Bediüzzaman ismini ilk kez orada duydum. Bize kitabı gösterdi. Biz de böyle hayretler içinde kaldık. “Nerede bu zat?” “Isparta havalesine devlet nefyetmiş.” “Niye nefyetmiş?” “İslamiyet’i yaymasından dolayı.” Gitsek, görsek dedik. Birdenbire Üstadın muhabbeti kalbime yerleşti. O kitabı gösterdi iki-üç dakika. “Keşke Kur’an böyle tefsir edilseydi” dedi Mustafa Efendi. Onu da öyle duyunca artık Üstadın muhabbeti kalbime yerleşti o hayırla yatıp kalkıyordum. Hep hayalimde O vardı. Bir gün rüya gördüm. Bizim orada toprak bir kale var. Rüyamda o kalenin içinde çok fazla insan var, ben de o insanların içindeyim. Herkes semavata bakıyor. Semavat da bulutlarla kapalı. ‘Niye bakıyorsunuz semaya?’ ‘Peygamber gelecek, O’na bakıyoruz.’ Ben de çok heyecanlandım. Birden dediler ki ‘Bediüzzaman, Bediüzzaman’ uyandım.

 

Önce ruhunuza geldi.

 

Uyandım rüyadan. O ne tatlı bir rüyaydı. Böylece Üstada bağlandık ama eser bir şey yok elimizde. Hacı Mustafa Efendi gitti. 1944’te Hacı Faruk isminde bir hocaya bizi götürdü.

 

Kendisi Medine’ye mi gitti?

 

Evet.

 

İsmi neydi hocanın?

 

Faruk Bey. Engin bir adam. Çok büyük bir ilmi vardı. Çok enteresan. Çok varlıklı, çok zengindi. Sonra birden kapı çaldı, orta yaşlı bir adam geldi, hocanın elini öptü. “Ben, Isparta’dan geliyorum. Bediüzzaman’ın size selamı var” deyince ben de düşündüm ‘Allah Allah burada da karşıma çıktı, hayırdır inşallah’ diye düşündüm ve “Kardeşler, bir uğrayalım” dedim. Hoca, ayağa kalktı, selamını aldı ve oturdu. “Hayırdır hocam?” “Ben, O’na 35 gün medreselerde hizmet ettim?” “Nasıl oldu?” “Bediüzzaman Hazretleri Van’da, Tahir Paşanın konağında iken, Tahir Paşa'ya demiş ki ‘Bizim şarka bir darülfünun açmak lazım, sadece Kur’an-ı Azimüşşan’ın ilimleri okunarak olmaz. Biz dünyada yaşıyoruz. Avrupa teknikte terakki ediyor bizi. Şarkta bir darülfünun açmak lazım ki, o ilimler de okunsun. Yani burada darülfünun açılırsa, İran’dan gelen talebeler de burada okur, Arabistan’dan gelen talebeler de burada okur. Hem de İttihad-ı İslam’ın temelini atmış oluruz.’ Üstad da ‘Olsun. O zaman ben gideyim padişahtan izin alayım.’

 

SAİD NURSİ BU CAMİDE’ DEYİNCE HERKES O CAMİYE KOŞARDI

 

Tahir Paşa aslen Erzurumlu. Der ki; ‘Önce Erzurum’a git. Benim orada hocam var. Sana bir mektup vereyim, hocaya misafir ol. Oradaki ulemalarla görüş onlara da anlat, onların da duasını al. Padişahın yanında sözün geçerli olsun.’ Hocam anlatırdı; “Bir gün saat 9.30–10.00 sıralarında iken kendi hocamızın huzurunda ders okuyoruz. Kapıdan içeri bir zat girdi. Kabarık bıyıklar, çizmeleri var. Başında agal var. Elinde de ince şırva bir baston var. Tahir Paşa’nın mektubunu hoca efendiye verince, biz o zaman duymuştuk, Bitlis’te bir genç çıkmış sual sormaz ama her suale cevap verirmiş Said isminde.” Sonra gidip kendisine sormuş: “Sen, Said Efendi misin?” hocası da benim hocama; “Sen tanıyorsan, senin medresende kalsın. Sen iyi hizmet edersin” demiş. Bediüzzaman geldi, yatağını yaptık. Her akşam bir ağanın evinde ulema toplanıyorlar, Üstad hazretleri onlara darülfünunun ehemmiyetini anlatıyor. 23 yaşlarındaymış o zaman. 65 yaşlarındaki bütün ulemalar hep O’nu dinliyorlar. Bir gün bir ağanın evinde, bir gün bir ağanın evinde, 35 gün böyle devam etti. Gündüzleri de ikindi vakitlerinde bir cami vardı, oraya giderdi. Esnaftan birisi ‘Said Nursi bu camide’ deyince herkes o camiye koşardı.” Böyle anlatmıştı hocam.

 

Said-i Meşhur…

 

Evet, Said-i Meşhur. O zaman böyle anlatılırdı. “Şimdi sağda otursan böyle, solda otursan böyle, buna bakıyorlar hep. Cuma namazını da Eşref Paşa var, orada kılıyor. Her gün akşam sohbetlerinde doyurdu bizi 35 gün. Sabahları camiye gider namazını kılardı, gelir virdlerini çekerdi. Ben, O’nun kahvaltısını hazırlardım, kahvaltısını ederdi. Kahvaltıdan sonra bir sigara içerdi, sonra Kur’an okurdu. Kur’an’dan sonra kahvesini yapardım, Üstad böyle” diyordu hocam.

 

SAİD NURSİ’Yİ ERZURUM VE BAYBURT’TAN SONRA TRABZON’A YOLCULADIK

 

Üstad Hazretleri gençliğin de hakkını vermiş. İlim tahsil etmiş ama hakkını da vermiş.

 

Erzurum’da hocam anlatırdı, “Yarı paçalarımız hep çamurdu. Herkes dışarı çıkardı paçaları çamurlu olurdu, O’nun paçaları tertemizdi. Her zaman çamaşırlarını yıkardım. Temizliğine çok dikkat ederdi.”

 

Isparta’dan o selamı getiren başka bir hoca, değil mi?

 

Evet. Başka bir zat geldi ‘Bediüzzaman’ın selamı var’ dedi. Biz de dersteyiz, hocam ayağa kalktı, oturdu. Sonra 35 günün sonunda Erzurum’dan yolcu etmişler. Oradan Bayburt’a iniyor. Bayburt’ta da birkaç gün kalıyor. Bayburtlu terzi Hasan Efendi vardı, onlardan dinledim. Terzi Hasan Efendi ama ne terziydi? İlim, irfan sahibi. Ondan işittim. Millet toplanmış bir yerde Üstadı bekliyorlar. Bayburtlu ulemalar, âlimler hep orada. Demiş ki; “Şimdi bir zat gelse ki bir elinde Ağrı dağı, bir elinde Süphan dağı. Dese ki, ben Bayburt’un kalesini kaldıracağım, inanır mısınız?” ‘Nasıl inanmayalım?’ Devam etmiş; “Bakın, bu kâinat, Allah’ın kudretinde. Bütün bu kâinat Allah’ın kudretinin hariçte tecessüm etmişliğidir.”

 

Bunu kaldırıp ta ahireti kuramaz mı?

 

Ahireti kuramaz mı? Evet. Mesele burada. Burada hayran oluyorlar ve Trabzon’a uğurluyorlar. Trabzon’da da Abdurrahman Efendi vardı, tarikat sahibi bir hocaydı. Dersler verirdi. Trabzon’da O’nu dinlerdik. Bir gün kardeşlerden bir tanesine dedim ki; “yahu biz bu Üstad’ı bir ziyarete gidelim. Hiç ziyaret etmedik.” Yıl, 1955.

(Devam edecek)

Röportaj Haberleri