Bediüzzaman’a ‘Deccal’ diyen prof hangi tımarhaneden kaçtı? (4)
Prof. ünvanı isminin önünde, yaşlı ağızda kalmış son diş gibi gülünç duran Şahin Filiz, ikinci makalesinde gemi büsbütün azıya alıp Hazreti Üstad’ı Kur’an düşman ve tahrifçisi ilân ediyor. Şüphesiz hiçbir işkembeden fütursuzca atılamayacak bu yalan ve iftira çürütülme gayreti gerektirmiyor. Zirâ, Said-i Nursî ve Risâle-i Nurlardan haberi olan herkes bilir ki, Bediüzzaman’ın ömrünü feda ettiği dâvânın birinci unsuru, Kur’an’ın Kelamullah ve mu’cize olduğunu isbata dayanır. Ama insan zındık, şuursuz ve yalancı olunca ağzı ile def-i hacet deliğini karıştırıp ortalığı telvis edebiliyor.
Filiz biliyor musun ki, Bediüzzaman’ın en iddialı risalelerinden birisinin ismi “Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risâlesi”dir? Ya gerçekten eskiden solun da kendi ölçüleri içinde kaliteli ve müeddeb insanları vardı. Tamam, biz de bir nebze bozulduk, gevşedik ama sizler büsbütün çürümüşsünüz. Yoksa senin gibi bir hiç, kaç gündür yazmakla bitiremediğim hezeyanlarla adam sırasına geçebilir miydi?
Bu üç makale ile açtığım pencereden seni seyredenler elbette ne kadar lüzumsuz, ne kadar abes bir kafa olduğunu gördüler ve görecekler. Onun için daha fazla uzatmadan Bediüzzaman’ın Atatürk’e olan bakışı ile bitirip seni çöplüğüne geri göndereceğim.
Önce Bediüzzaman’ın söylemediklerini de bir hakaret zinciri halinde onun isminin ahirine ilâve ederek şöyle hırlamışsın:
“Said-i Şarlatan, Said-i Ekfer, Said-i Casus, Said-i Hain, Said-i Deccal... Onun binbir surat bir İslâm, vatan ve millet düşmanı olduğunu gösterir. Atatürk’ün manevi şahsında hepimizin gelmişine geçmişine saymak üzere kullandığı bu sövgü ve aşağılık sıfatları kendisine, hempalarına ve FETÖ gibi hainlere ithaf ettikten sonra, onun Atatürk karşısındaki aczinden kaynaklı zağarca (zağar bizim Afyonkarahisar’da, kendinden güçlü, asil birine, güçsüz ve zavallılığına bakmadan saldıran zelil demektir) saldırısını irdeleyelim.”
Yalan söylüyorsun, Bediüzzaman hiçbir zaman Kamal Atatürk’e hakaret etmiyor, yaptığı şey tesbit ve tariften ibaret. Düşünce, fiil ve icraatlarından hareketle sadece mahiyetini tarif ediyor. Nasıl ki, benim sana müfteri, yalancı, şuursuz demem hakaret değil, sadece içinde bulunduğun hakikati tarif etmekse, Bediüzzaman’ın Kamal Atatürk’e dair söyledikleri de teşhis, tesbit ve tariften ibarettir.
Bediüzzaman’ın Kamal Atatürk düşmanlığına dair bolca istifra ettikten sonra abes, gülünç ve ahmakça bir isbat gayretine düşerek şöyle saçmalıyorsun:
“Atatürk ismine karşı çıkar. Mustafa Kemal değil, “Ma ıstafa Bikemal” der. Türkçesi şudur: Mustafa, Arapça kökenli bir sözcüktür. “Arınmış” anlamına gelir ve bilindiği gibi Peygamberimizin bir diğer adıdır. Ancak bu cahil düzenbaz sözcük üzerinde oynama yapar: ‘’Ma ıstafa” yani “arınmamış” diye değiştirir. Bikemal de, Farsça “bi” yani “sız, siz” ekiyle “kemal-siz” yani, olgunlaşmamış” anlamındadır. Said-i Şarlatan, Atatürk’ün ismi Mustafa Kemal’i Arapça ve Farsça kelime oyunlarıyla aklınca böyle anlamsızlaştırmaya cüret eder. Ruh hastası bir misyonerden ancak bu beklenebilirdi.”
Kırk küsur yıldır okuduğum Risaleler’de yukarıdaki iddianı ispatlayacak tek satır ile karşılaşmadığım gibi, sen de bulamamış olacaksın ki, kendi kendini tekzib ettiğini bile farketmeden nihayet bir belge ibraz etme ihtiyacı ile büsbütün kendini rezil ettiğini dahi idrak etmeden unvanını bir daha tuvalet kağıdı gibi kullanıp atıyorsun. Ne diyorsun biliyor musun? İşte, buyurun birlikte dinleyelim:
“Cumhuriyet’in kazanıldığı toprak olan Afyonkarahisar’ın ilçesi Emirdağ’ın da adını kirletmeye teşebbüs ederek yazdığı “Emirdağ Lahikası”nda, uyduruk, bozuk Türkçe ile Atatürk’e hakaret eder:
“Ölmüş gitmiş dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadis-i Şerif’in ihtarıyla Kur’an’a zararlı bir adam çıkacak demiştim. Sonra Mustafa Kemal’in o adam olduğunu zaman gösterdi.” (I/278, Yirmiyedinci Mektuptan Sabık Reis-i Cumhur’a ve Üç Makama gönderilen İstida, ayrıca bkz. I/50; Yirmiyedinci Mektuptan Mahkeme-i Kübra’ya Şekva ve Müdafaatın Bir haşiyesi olan Parçanın Hülasasıdır; Ayrıca Midafaalar, 226/227.)”
A budala, hakikatin ta kendisi olan yukarıdaki tesbiti düşmanlık belgesi olarak zikretmeni çapsızlığına verelim, peki uzun uzadıya malumatfuruşluk yapıp ilmî bir çerçeveye güya oturttuğun “Ma ıstıfa Bikemal” safsatasını niye “Sonra Mustafa Kemal’in o adam olduğunu zaman gösterdi” cümlesini naklederek kendin çürütüyorsun?
Başka bir bön kurnazlığın da Kamal Atatürk’ün isminin aslını teşkil eden “Mustafa Kemal”den önce Mustafa’yı atıp sonra da “Kemâl”i tahrif ederek “Kamal”laştırdığını dikkatlerden kaçırmaktır. Evet, İslâmiyet’ten haber veren her şeyden rahatsız olduğu gibi isminden de rahatsız olup Kamal Atatürk olarak kütüğe işletmiştir. Sen, şimdi buna da utanmadan, düşmanlık ve hakaret diyeceksin ama öyle değil, hakikatin ta kendisi bu. Kütük kayıd ve kimlik fotokopisi ile birlikte o günlerde kendisinin medh-ü senasıyla maskaralaşan gazetelerin ismini “Kamal Atatürk” olarak yazan gazete kupürlerini neşredip sana kıyak geçiyoruz.
Bak sana açık ve net bir şey söyleyeyim: Evet, Bediüzzaman, Kamal Atatürk’ü sevmez, ben de sevmem; ama hakaret etmeyiz. Düşünce ve icraatları ile hemfikir değiliz, karşı cepheyiz, barışık değiliz; doğru. Ama hakaret edecek kadar zavallı ve küçük değiliz. Ha, ille de bizim cephemizden Kamal Atatürk’ün nasıl göründüğünü görmek istiyorsan Beşinci Şua’ı okuman gerekiyor. Anlayamazsan, -ki kesin öyle olacak- bana gel, sana anlatır, boş kafana yerleşinceye kadar izah ederim.
Hulâsa Filiz! Milyonların gönlünde taht kurmuş, eserleri neredeyse elliden fazla dünya diline çevrilmiş ve o dillerin coğrafyalarında da teveccüh görmüş büyük bir insana bu kadar ahmakça hakaret ve iftiralarda bulunmak, yalan söylemek yerine dersini çalışıp edeb içinde tenkid etmeliydin. Elbet de bunun imkânsıza yakın bir güçlük olduğunun farkındayım, ama yine de kendini bu kadar rezil etmekten ve mukabil hakaretlere açmaktan iyiydi.
Senle farklı konuşabilirdim, ama liyakatın yoktu. İster istemez bana hiç yakışmadığı halde senin dilini kullandım. Söylediklerimden çok daha fazlasına müstahaksın ama kendimi çok frenleyerek bu kadarla iktifâ ediyorum.
Mahkeme kapıları açıktır! İstersen bir de o salonlarda karşı karşıya gelir, sana Nur Talebelerinin en küçük, zayıf ve ürkek fertlerinde birinde bile bulunan mağlub edilemez iman ve cesareti sahneleyebilirim. Ya da edebini takın, bir daha hırlamayı değil, yazmayı dene!
Düzeltme: “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.” demiş eskiler. İtimad-ı nefs, tehevvür ve acelecilik de bazın tahkikin önünü kesiyor. Meğerse Şahin Filiz’in makalesindeki tek doğruyu da yukarıdaki sebeplere taalluk cihetiyle ben atladığım için reddetmişim.
Neşri son yıllarda yapılan Rumuzat-ı Semaniye risalesini karıştırmama rağmen hafızamda mübhem bir şekilde duran bir ebced çalışmasını Filiz’den hakikat süduru beklemediğimden atlayarak hata etmişim. Kamal Atütürk’in isminden hareketle şahsiyet-i mâneviyesine ışık tutan bahsi “Ma istafa bi Kemal” tahlili altında hakaret gibi telkin eden Filiz, izah ile hakareti birbirine karıştırsa da, bahsin mevcudiyetini reddetmek benim hatam.
Üstad’ın söylediklerinden milim inhirafı kabul etmem. Bediüzzaman söylemişse, doğrudur, der geçerim. Bu küçümsenmeyecek hatamdan dolayı önce okuyucularımdan, sonra da liyakatsizliğine rağmen Filiz’den özür diliyorum.