Bediüzzaman’ın anlatısının, yani bir olayı veya olaylar zincirini anlatırken takib ettiği teorinin bir büyük mantığı var. Bediüzzaman sanatçı, önce bir form ve biçim belirliyor, ondan sonra o belirlediği anlatı yapısının içini dolduruyor. Buna sanat felsefecileri kuram ve kurgu diyor. Bediüzzaman büyük bir kurgu ustası. Risale-i Nur’un nasıl izah edilmesi gerektiği konusunda beyanat-ı aliye ve efkar-ı galiye beyan eden zevat alişan-ı bahribikeranın Bediüzzaman’ın anlatmak için en az otuz değişik alanda tetebbuatı olması gerekir bir okuyucu veya yorumcunun.
Her konuşmayı dini bir boyuta sokup onun sanat değerini görmeyen bir izah şekli olamaz. Otuz üç Pencere’den bir örnek verelim. Bu pencerenin önce bir tasarımı, kurgusu var, hani bir evi yapar sonra içini doldurursunuz. Basitçe onun gibi bir kurgusu var bu büyük eserin. Bu pencereler risalesi gibi birçok eser önce bir tasarım, biçim ve form veya konposizyon ile başlıyor. Bediüzzaman büyük bir konpozitör.
Pencerelerin girişinde yapının inşası, pencerelerini yapacağı pencere ustasının önce evi veya binayı veya sarayı yapması gerekir. “Nasıl ki bir zat-ı muciznüma büyük bir saray yapmak istese, evvela temellerini, esaslarını muntazaman hikmetle vazeder. Ve İlerdeki neticelerine ve gayelerine muvafık bir tarzda tertib eder, sonra menzillere, kısımlara mehaletle tefrik ve tafsil ediyor. Sonra o menzilleri tanzim ve tertib ediyor. Sonra nukuşlarla tezyin ediyor. Sonra elektrik lambalarıyla tenvir ediyor. Sonra o muhteşem ve müzeyyen sarayda meharetini, ihsanatını tecdid etmek için her bir tabakada yeni yeni icatlar, tebdiller, tahviller yapıyor. Sonra herbir menzilde kendi makamını merbut bir telefon rabtedip birer pencere açarak, herbirinden onun makamı görünür.”
Kelimelere bak! Hizmetle vazetme, tertib, tefrik ve tafsil, tanzim ve tertib, tezyin, tenvir, sonra bina bitti pencere. Bu kelimeler bir anlatım mimarisi, eskiler bina diyor veya inşa diyor. İnşa bir evi yapmak gibi bir anlatma metninin inşa edilmesi. Bediüzzaman metrik bir insan değil yani siz bir apartman dairesini ölçebilir bir metrik sistemle anlatabilirsiniz, santim metre falan. Ama atlas okyanusunun bir geometrisi yok, matematiği de yok, büyük ruhların sınırsız muhtevaları küçük ruhların cetvelleri ile ölçülmez. Cetvelini koy cebine haydi git işine.
O;
“İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez” sözünün muhtevasına göre bir adam.
Ben bir sarayın veya binanın yapılmasında kullanılan fiilleri yansıtan kelimelerin Bediüzzaman tarafından tam yerinde ve mimarinin mantıki seyrine göre kullanılmasındaki ustalığa hayret ediyorum. Hayret ötesi bir şey.
Yukarıda mimariyi şimdi anlatıyor. Daha sonraki cümle “Aynen öyle de velillahilmeselül ala/bu metni de anlatımın ilahi yapısına denk getirmek için yani verdiğim misali eleştirmeyin demek istiyor, meselü l ala./
Şimdi mimarı tanıtıyor; Sani-i Zülcelal, (azametli şeyleri inşa eden büyük sanatçı demek.)
Hâkim-i hakîm, (yaptığı şeyi ihata eden büyüklüğü olan, ona hükmeden ve yaptığı şeyi aynı zamanda büyüklüğünden dolayı denetlemeyen değil onu denetleyen.)
Adl-i Hakem, ikisi birbirine yakışan bir terkip, hakemlik adaletle olur, adaletiyle her şeyi yerli yerine koyuyur ve hem kendi hem yarattıkları bu sınırlara riayet ediyor.
Sonraki terkib daha beşer zihninin tasarımı ötesi.
“Binbir esma-yı kudsiye ile müsemma fatır-ı bi misal.” Bu Allah demek. Al eline teşbih et, Allah bu demek işte. Bu cümleye karşılık vermek nasıl olur, dokunma dokusu bozulur.
Bir isimlendirme değil yani müsemma binbir esmayı kudsiye ile müsemma. Daha sonra fatır-ı bimisal. Eşsiz yaratıcı ve yarattıkları da eşsiz.
Bunlardan sonra o yukarıdaki özelliklere sahip olan O, O işte.
“Şu alem-i ekber olan kainat şeceresinin hilkat ve icadını irade etti.“ Ancak irade etmeye sıra geldi. Yukarıda özelliklerini anlattığı ilah o olağan üstü hilkat kabiliyeti olan ilah şimdi irade edebilir, önce güç sonra irade yapmaya karar verme.
Şimdi sıra binanın sarayın inşasını anlatmaya geldi.
Kurgu üzerinde duralım. ”Kant deneyi aşan her düşünceyi kurgu olarak görüyor ve şöyle diyordu, gürümcü bir bilgi yani müşahadeye dayanan, hiçbir deneyle ulaşılamayan bir nesneyi ya da böyle bir nesneyle ilgili kavramları öngördüğünde kurgusaldır. ‘Kurgu her zaman öznel bir açıklamadır ya da öznel bir düşüncedir. Kurgunun sağlam ussal, yani akli temelleri olması gerekir. Kurgu tanımlama ve açıklamadır.
Kur’an’da da Allah kainatı ve yaratılışı anlatır. Bunun da bir kurgusu var. “Velcibali evtada ve cealne nevmeküam subata, vecealnen nehare, vecealnen leylenlibase“ gibi. Yani Allah yarattığı evrende sıralamalarla yaratılışı anlatır. Böyle çok ayet var mukaddes metinde.
Yaratılışı anlatır Bediüzzaman. “Altı günde o sarayın o şecerenin esasatını, desatir-i hikmet ve kavanin-i ilm-i ezelisi ile vazetti.
-Sonra ulvi ve süfli tabakata ve dallara ayırıp, kaza ve kader desatiri ile tafsil ve tasvir etti.
-Sonra her mahlukatın her taifesini ve her tabakasını sun ve inayet düsturu ile tanzim etti.
-Sonra herşeyi her bir alemi ona layık bir tarzda, mesela semayı yıldızlarla, zemini çiçeklerle tezyin ettiği gibi, süslendirip tezyin etti.
-Sonra o kavanin-i külliye ve desatir-i umumiye meydanlarında esmalarını tecelli ettirip tenvir etti.
-Sonra bir kanun-ı küllinin tazyikinden feryad eden fertlere Rahmanürrahman isimlerini hususi bir surette imdada yetiştirdi. Demek o külli ve umumi desatiri içinde hususi ihsanatı, hususi imdadları hususi cilveleri var ki her şey, her vakit, her haceti için O’ndan istimdad eder. O’na bakabilir.
-Sonra her menzilden, her tabakadan, her alemden, her taifeden, her fertten, her şeyden, kendini gösterecek, yani vücudunu ve vahdetini bildirecek pencereler açmış. Her kalb içinde bir telefon bırakmış.”
Kur’an da bu sonra kelimesini kullanıyor, sümme, sümme, sümme diye. İnsanı ana rahmine bir pıhtıdan koyduğunu, sonra onu dünyaya çıkardığını, çocukluk ve gençlik ve ihtiyarlık ile birlikte, arkasından onu öldürüp mezara koyduğunu, oradan çıkarıp yeni bir hayata mazhar edeceğini. Kur’an baştan sona sanat ama sanatçısı olmayan bir din, sanattan anlamayan bir üniversel kültür ve toplum…
Toplum nerden anlasın? Okumasını bilmiyor. Garip gelmiş garip gidecek bir kitap. Garipler, guraba.
Kur’an’ın cemaati yok, kendisi var ama cemaati yok. Camilerde herkesin elinde bir Kur’an, gidip onu bir müfessirden dinleyen var mı? Diyanet kalıplarda kala kalmış. Bediüzzaman bakmış böyle olmaz, okuyan bir cemaat oluşturmuş, bunu kim yapabilmiş, bir Mevlana, başka kim? Mahkemeyi kübrada hesap vereceksiniz hocalar. “Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem”i anladık mı?
Türklerin bir yaratılış ve türeyiş destanı var komedi tam ama olsun birisi böyle bir yaratılış hikayesi olması gerektiğini anlamış. Hakaik-i mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez. Ama adam hiç yoktan iyidir bir yaratılış anlatmış sağolsun. Ekmeğin olmadığı yerde pasta yenmez ya çünkü ne ekmek var ne pasta, toplum hasta mı hasta.
Şimdi bina yapıldı mühendisi yani Allah yaptı binasını, şimdi binadan pencereler açarak insana binanın sahibini ve icraatını anlatacak.
Birinci pencere Hacat ve Metalib penceresi. İhtiyaçlarımız ve istediklerimiz, pencereden görünene bak: ”O matlabları o hacetleri ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasib ve layık bir vakitte, onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor.”
Bütün canlıların ihtiyaçları, insanın ihtiyaçları, istekleri, koca kainat büyüklüğünde bir pencere. Çalışan ellerimiz, taşıyan ellerimiz, koşan koşturan ayaklarımız, hep ihtiyaçlar ve istekler için ama hepsi karşılanıyor. Koca kainat o ihtiyaçlar için organize olmuş, rüzgarlar onun için esiyor, bulutlar onun için hareket halinde koca kainat hacat ve metalib için koşuyor koşturuyor. Onları karşılayan o büyük pencereden görünen Sensin Allah’ım! İnsanı ve kainatı okumak bu pencerelerden.
İkinci pencereye geldik kala kaldık…