Röportaj: Nurettin Huyut-RisaleHaber
İsmail Hakkı Zeyrek?
1935 yılında Manisa’da doğdu.
Hafızlığını bitirdikten sonra ilk orta ve lise eğitimini Manisa’da tamamladı.
27 Mayıs dönemi sırasında Tıp Fakültesi sınavlarına girdi, fakat sınavlar iptal edildi ve akabinde askere çağırıldı. Askerliğin bitiminde İmam-Hatip Okulu sınavlarını vererek orta ve lise bölümlerini İzmir’de okudu.
Aynı sene İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne girdi ve İzmir’e nakil yaparak Enstitüyü İzmir’de bitirdi. Çeşitli camilerde görev yaptı.
1975 yılında Milli Eğitim çatısı altında Din Kültürü; Turgutlu’da, Kemal Paşa İmam-Hatip Lisesinde ve Manisa İmam Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmenliği yaptı. Evli ve üç çocuk babası…
Risale-i Nurları ilk defa ne zaman tanıdınız?
1952 yılında bir mecmua yayınlanıyordu. Mecmuada Bediüzzaman’ın hayatı tefrika ediliyordu. O mecmua sayesinde haberdar oldum, fakat Risale-i Nurları daha sonra 1954 yılında Manisa’da eski medrese hocalarından Mehmet Efendi vasıtasıyla tanıdım. Çok severdim kendisini. Bir gün Beraberce O’nun görevli olduğu camiye doğru giderken: “Sana bir eser versem okur musun?” dedi. Bende: “Okurum” dedim.
O zaman eserler teksir makinesiyle neşrediliyordu ve çok da fazla Risale-i Nur yoktu. Mehmet Efendi’nin verdiği Risale el yazısıyla yazılmış ilk küçük Tarihçe-i Hayat kitabıydı. Ben kitabı alır almaz heyecanla okumaya başladım. Evle cami arası bir kilometre kadar vardı. Bu küçük Risaleyi eve gelinceye kadar okuyup bitirdim.
Manisa’da Terzi Mehmet vardı. O, Kur’an hattıyla yazılmış büyük Risaleleri Manisa’ya getiriyordu. Dükkânının arka tarafına koyduğu için, oraya gittiğim zaman kitapları görüyordum, fakat ne ben ona soruyordum, ne de o bana bu kitaplar hakkında bildi veriyordu. Sonra İbrahim adında biri daha vardı. Bakkal dükkânı işletiyordu. Onun yanına her gittiğimde İbrahim’i küçük Risalelerin birini açmış okur vaziyette buluyordum. 1954 yılında Abdullah Yeğin ağabey Yedek Subaylığını yapmak için Manisa’ya geldi. Bir sene kaldı burada. Bir ev tuttu. Ben o zamanlar Yeni cami’de eski medrese odalarından birinde kalıyordum. Abdullah Ağabey her pazar oraya gelir bize Risale-i Nur okurdu. Risale-i Nurlarla asıl tanışmam Abdullah Yeğin Ağabey sayesinde olmuştur.
O sohbetlerin birinde Abdullah Ağabey bize, Isparta’da Üstad’ın kaldığı evin adresini verdi. Buradan üç kişiyle beraber gitmeye karar verdik fakat şimdiki gibi çok fazla otobüs olmadığı için, önce İzmir’e gittik. O gece İzmir’de 15-20 kişilik bir toplantı yapıldı. O toplantıda Üstad’ın bazı önemli talebelerini ilk olarak tanıma fırsatım oldu. Ahmet Egemen ve Ahmet Fevzi Kul ağabeyleri gördüm, tanıdım.
Sabah vakti kalkıp Isparta’ya giden trene bindik. Ancak gece saat bir sularında Isparta’ya vardık. Ertesi gün Isparta’nın pazarı kurulacağı için, bütün oteller doluydu. Birçok otele gidip yer aradık, fakat boş yer bulamadık. Sokakta devriye gezen bir gece bekçisine rastladık. Bekçi bizim otel aradığımızı öğrenince: “Şurada küçük bir otel var. Orada boş yer olabilir. Yoksa başka yeri boşuna aramayın” dedi. Biz de çaresiz o küçük otele gittik ve: “Yer var mı?” diye sorduk. Otel görevlisi sadece bir kişilik boş yerin olduğunu söyledi. “Olsun” dedik ne yapalım. Başka çaremiz yok. “Hiç olmazsa istirahat ederiz biraz” diye düşündük.
O sırada Otel müşterilerinden biri Bediüzzaman’ı ziyaret için geldiğimizi anlamış olacak ki bize: “Siz Hocaefendi’yi ziyarete mi geldiniz?” diye sordu. “Evet” dedik. Adam: “Ben de Üstad’ın hizmetinde bulundum, odun falan taşıdım. Mustafa Gül benim babalığım olur. Kuşluk vaktinde gelir buraya. Ben size haber veririm. O gereken yerlere sizi götürür” dedi. Gerçekten de sabah olduğunda kuşluk vakti Mustafa Ağabey geldi. Akşam konuştuğumuz adam bizi onunla tanıştırdı.
Mustafa Ağabey bizi ilk önce Hüsrev Altınbaşak Ağabeyin yanına götürdü. Bir saat kadar Hüsrev Ağabeyin ziyaretinde bulunduk. Oradan çıktıktan sonra, Üstad Hazretlerinin bugün hala Isparta’da muhafaza edilen o evine gittik. Biz içeri girdik fakat Mustafa Ağabey içeri girmedi. Kapıyı Zübeyir Ağabey açtı. Bayram Ağabey, Ceylan Ağabey de oradaydı. Fakat henüz isimlerini bilmiyoruz tabii. Bize: “Üstad çok rahatsız, ziyaretçi kabul etmiyor” dediler.
Her kapıyı çalışımızda farklı biri çıkıyor ve bizi kabul edemeyeceklerini söylüyordu. Bir ara “Üstad namaz kılıyor” dediler. Uzun bir müddet bekledik namazın bitmesini. Daha sonra yine Üstad’ın rahatsız olduğunu ve kabul edemeyeceğini söyleyince biz tamamen ümidi kestik. Çaresiz Otele döndük. Aradan iki saatten fazla zaman geçmişti. Otel çok dardı. Ufacık bir balkonu vardı. Üç kişi oturduğu zaman balkonda çıkacak yer kalmıyordu. Diğer arkadaşlar yolculuğun da verdiği yorgunlukla uyuklamaya başladılar. Benim uykum gelmiyordu. Balkona çıktım. En köşede oturup, Otelin karşısında bulunan pazar yerini seyretmeye başladım.
Baktım ki Üstad’ın evinde bize kapı açanlardan biri Pazar yerinde dört dönüyor. “Bizi mi arıyorlar acaba” diye düşününce, bir arkadaşı uyandırdım. “Bizi arıyorlar herhalde” dedim. Arkadaş aşağı indi. Pazar yerindeki adamın yanına gitti. Onunla konuştuktan sonra tahmin ettiğim gibi çıktı ve bize aşağı inmemiz için işaret etti. Hemen aşağı indik. Sonradan öğrendim ki o kişi Zübeyir Ağabeymiş.
Zübeyir Ağabey: “Üstad çok rahatsız olduğu için, içinizden sadece birinizi kabul edebilecek, diğerleri kusura bakmasın.” dedi. Ve hemen benim koluma girdi. Beraberce yürümeye başladık. Diğer arkadaşlara gelmeyin dediyse de onlar yine de bizimle beraber geldiler. Kapıya kadar gelince, yanımızda Zübeyir ağabey olduğu için, rahatlıkla içeri girdik.
Yarım saat kadar Üstad’ın ziyaretinde bulundum. Gerçekten çok rahatsızdı. Konuşması hiç anlaşılmıyordu. On kelimeden ancak iki tanesini anlıyordum. Benim konuşulanları anlamadığımı hissedince: “Konuştuklarımı anlıyor musun?” diye sordu. Ben: “Birçoğunu anlayamıyorum Üstad’ım” dedim. “O zaman sen benim konuştuklarımı tekrar et” dedi Zübeyir Ağabeye. Böylece söylediklerini Zübeyir Ağabey vasıtasıyla anlayabildim.
O hasta haliyle bile Uhuvvetten ve İhlâstan bahsediyor, şifahi olarak ders yapıyordu. Son olarak: “Diğer arkadaşlarını kabul edemeyeceğim. Onlar benim kusuruma bakmasınlar. Seni onların yerine de kabul ettim” dedi. Görüşme bitince ben çıkmak için kapıya yöneldim. Tam çıkacakken Üstad: “Arkadaşların namaz kılıyor mu?” diye sordu. “Kılıyorlar” diye cevap verdim ve aşağı indim. O zaman arkadaşlarımı da yanına çağırdı. Beş dakika kadar onlarda ziyaretinde bulundular.
Üstad Hazretlerini daha sonraki yıllarda da ziyaret ettiniz mi?
Daha sonraki yıllarda hemen hemen her sene ziyaretinde bulundum. Bazı seneler iki defa gittiğim oluyordu. Bir defasında 1955 yılında Barla’da ziyaret ettim.
Benim biraz okumuş bir tanıdığım vardı. Kendisi Hoca geçinirdi. “Beni Üstad’ın yanına götür” diye çok ısrar etti. Ben de belki faydası olur diye götüreyim dedim. Onunla beraber Isparta’ya gittik. Üstad’ın, Barla’da olduğunu söylediler. O zaman Barla’ya vasıta yok, yol da yok. Sadece patika bir yol var oradan yürümek gerekiyordu.
Biz o arkadaşla birlikte Eğirdir’e geldik. Orada Van’dan gelmiş Mevlüt adında birisiyle karşılaştık. O da Üstad’ın ziyaretine gitmek istiyormuş. Fakat vasıta olmadığı için gidemiyormuş. Biz üçümüz birleşip, yıkık, dökük bir araba kiraladık. 1955 senesinde atmış lira… Oldukça yüksek bir para… Araba bizi götürecek, Barla’da bir saat bizi bekleyecek, O sırada Üstad’ı ziyaret edebilirsek edeceğiz. Edemezsek de gene bir saat sonra bizi geri getirecek. Mecburen kabul ettik, çünkü başka vasıta yok.
Tam öğle vaktinde cemaat camiden çıkarken, Biz caminin önüne geldik. Camiden çıkan her kişiye Üstad’ın evini sorduk, fakat hepsinden bilmiyoruz cevabını aldık. Kime sorsak korkudan başını çevirip gidiyordu. Caminin karşısında da polis karakolu vardı. Cemaat bize yardımcı olmadı. Evlerinin damında oturan iki genç vardı. Onlar koşup geldiler. Üstad’ın evini arıyorsanız biz götürelim dediler. Onlar önden biz arkadan beraberce gittik. O zaman Üstad’ın kaldığı iki ev vardı. Biri Çınar ağacının önünde olduğu ev, diğeri daha yukarı tarafta bir ev…
Üstad o sırada üst taraftaki evde kalıyormuş. O evin önüne gittik. Birkaç basamak merdiven vardı. Ben merdivenleri çıkıp kapıyı çaldım. Zübeyir Ağabey kapıyı açtı. Ziyaret etmek istediğimizi anlayınca, Üstad’ın yanına gitti. Üstad merdivenin başında bir anlık göründü, bize baktı ve hemen geri döndü. Ne olduğunu anlayamadık. Diğer iki arkadaşın başında kasket vardı. Onları çıkarıp merdivenin altına atmamızı söyledi Zübeyir Ağabey. Öyle yaptık...
Bunun üzerine Üstad Hazretleri yeniden merdivenin başına çıktı ve bizimle konuşmaya başladı. Kasketlerden hiç bahsetmedi. Sadece: “Risale-i Nur’un bu vatanın malı olduğunu ve hiçbir kuvvetin Risale-i nuru Anadolu’nun bağrından söküp atamayacağını” söyledi. Son olarak da: “Çok tazyik altında bulunduğunu, bizim orada çok fazla beklemememiz gerektiğini, namazlarımızı da yolda kılmamızı” tembih ettiler. Bizde arkadaşlarla beraber geri döndük. O zaman ilk ziyaretimdeki kadar hasta değildi Üstad. Ayağa kalkmış konuşabiliyordu.
Bir de vefatından kırk gün evvel Emirdağ’ında ziyaret etmiştim. Vefatından önceki günlerde ben Ankara’da Murat Lokantasının üstündeki dershanede kalıyordum. Üstad Hazretleri de Ankara, İstanbul arasında adeta veda ziyaretleri yapıyordu. Üstad’ın Ankara’daki dershaneye gelmesini sabırsızlıkla bekliyorduk. Geleceği gün gece geç vakte kadar bekledik. Gelen-giden olmadı.
Said Özdemir ağabey de, ben de uyumak için uzandık. Beş dakika geçmemişti ki ben sıçrayarak yerimden fırladım. Said Ağabey ne oldu? diye sordu. “Rüyamda Üstad’ı gördüm. Küçük bir kasanın içine küçültülmüş ve sıkıştırılmış şekildeydi” diye cevapladım. Said Ağabey: “Üstad gelemeyecek öyleyse” dedi üzülerek. Aradan beş dakika geçti. Telefon çaldı. Üstad Hazretleri Ankara’nın yakınına kadar gelmiş. Fakat İçişleri Bakanının emriyle, Eskişehir tarafına gitmesi söylenmiş. Üstad Hazretleri de Ankara’ya girmeyip, arabasının yönünü Eskişehir’e doğru çevirtmiş.
Bekir Berk ağabeyle beraber hepimiz, hemen panel tip bir dolmuşa atladık. Şubat ayının başları olduğu için çok soğuktu. Battaniyelere sarıldık. Yola çıktık. Sabaha doğru Eskişehir’e kadar geldik. Şehrin her tarafından buzlar sarkıyordu. Üstad’ın Eskişehir’de kalmadığını, Emirdağ’ına gittiğini söylediler. Biz de kuşluk vaktinde Emirdağı’na vardık. Üstad’la görüştük. 7-8 defa Üstad’ı ziyaret etmiştim, fakat hiç o günkü kadar dinç ve sıhhatli görmemiştim O’nu. Emirdağ’daki evin avlusunda avukat Necdet Ağabeyle beraber Üstad Hazretleriyle sohbet ettik. İzmir ve Manisa’ya da geleceğini söyledi. Fakat maalesef bu maddeten mümkün olmadı. Meğer vefatına kırk gün varmış.
Üstad’ın Ankara ve İstanbul arası sık sık gidip gelmesini Onun vedası olarak yorumladınız. Neden?
Çünkü Üstad o zamana kadar böyle sıklıkla gidip gelmiyordu. Aslında Üstad Ankara’ya bir de ihtilal olacağını bildirmek için geliyormuş. Biz bu durumu hissedince 8-10 kişi toplanıp Ankara’ya gittik. Ahmet Fevzi Kul Ağabey de yanımızdaydı. Durumu Adnan Menderes’e anlatalım dedik. Çünkü her taraftan hücumlar artmıştı. İhtilalin ayak sesleri geliyordu yavaş yavaş.
Adnan Menderes’le görüşmek istedik, fakat çok meşgul olduğunu, fazladan bir zaman ayıramayacağını söylediler. Demokrat Parti başkan vekili Baha Akşit adında biriydi. Bazı kişiler eğer konuşmak istiyorsak onunla konuşabileceğimizi söylediler. Bizde hiç konuşmamaktansa bari onunla görüşelim. Görüşlerimizi Başbakan’a iletsin dedik. Ahmet Fevzi ağabey’i de sözcümüz olarak tayin ettik.
Baha Akşit’in yanına gittik ve bir masa etrafında oturduk. Fevzi ağabey durumu anlatmaya başladı. “ Siz uyuyorsunuz. İhtilal geliyorum diyor, fakat siz farkında değilsiniz. Siz zannetmeyin ki bu Millet Demokrat Parti’yi tamamen pürüzsüz olarak kabul ediyor da o yüzden oy veriyor. Hayır! Hayır! Karşısında koca bir ejderha var, geliyorum diye hücum ediyor. Millet bu ejderhadan kaçmak için size oy veriyor. Yoksa siz vazifelerinizi tam olarak yaptığınız için değil bu oylar. Ben kendim bizzat oy verirken, sandık başına gidiyorum, oy pusulasını sol elime alıyorum, Ya Rab! Sen benim niyetimi biliyorsun. Bu oyu Demokrat Parti kazansın diye değil, Halk Partisi çöksün diye veriyorum diye dua ederek veriyorum oyumu.” dedi ellerini iki yana açarak. Halk Partisini kastediyordu Ejderha sözüyle. Fakat Baha Akşit pek önemsemedi, bizi oyalamaya çalıştı. Biz ayrıldık mecburen, fakat birkaç ay sonra gerçekten 27 Mayıs ihtilali oldu.
Manisa’daki ilk dershaneyi kim açtı?
Burada ders yapılmasına ilk teşvik eden kişi Salih Özcan Ağabeydir. Üstad’ı sık sık ziyaret ederdi. Buraya da gelip gidiyordu. Dersleri onun teşvikiyle başlattık. 1954 yılında da ilk dershaneyi büyüğümüz olduğu için babama açtırdık.
Dersler genellikle okuma ağırlıklı oluyordu. Eğer gelenlerden birinin kafasına takılan bir şey olursa ders yapan kişiye soruyordu. Derslerde Abdullah Yeğin Ağabey’de olurdu zaman zaman. Askerliği süresince hafta sonları gündüz gelip ders yapardı. Fakat Üstad O’nu Urfa’da görevlendirmişti. Askerliği bitince de Urfa’ya gitmişti.
Risale-i Nurlar o zaman elle yazılıyordu. Ben de yazıyordum. Muzaffer Aslan ile birlikte yazıyorduk. O söyler ben süratle yazardım. Bazen bir gece de bir Risaleyi bitiriyorduk. Yeni camideki eski medrese odalarına geliyordu bütün Risaleler… Elle yazılmış bu risaleler daha çok İstanbul’dan gelirdi, diğer illerden de gönderilirdi. Bazen beş-altı bin Risaleyi dağıttığımız olurdu. 1959 yılının sonunda, derse devam eden kişi sayısı 150 ye ulaşmıştı. Küçük Risaleleri herkese dağıtmıştık.
Hiç mahkemelik oldunuz mu?
O dönemde tevkif olmadım ama bazı mahkemelerim oldu. Dershaneden 18 kişinin ismi emniyete verilmişti. Ben de dâhil hepimiz tek tek çağırıldık emniyete. Beni nedense ayrı yazmışlar. O zaman lise 2 deydim belki onun için olabilir.
Hâkim bana: “Evladım sen bu adamı bilmezsin. O Kürt isyanına karıştı.” gibi şeyler söylüyor ki, ben de tasdik edeyim, söylediklerim ifadem olarak yazılsın. Ben ona dedim ki. “Siz Said Nursi’yle, Şeyh Said’i birbirine karıştırıyorsunuz” Bunun üzerine Hâkim: “ Bunlara yardım etmek doğru değil” dedi ve kâtibe yaz emri verdi. Ondan sonra ben ne söylediysem kâtip onu yazdı.
Yine bir defasında Sungur Ağabeyle birlikte Isparta’dan dönüyorduk. Ayrancılarda bir kardeş var dedi ziyaret edelim. Gidip o kardeşi ziyaret ettik. Orada dediler şurada bir köy var. Orada Risale-i Nur’u yeni tanımış biri var. Onu da ziyaret edelim. Bizde yola çıktık, 45 dakika sonra vardık köye. Fakat aradığımız adam orada yoktu.
Akşam namazı için bir camiye girdik. Namazı beklerken Risale açıp okumaya başladık. O sırada bir bekçi yanımıza gelip muhtarın bizi çağırdığını söyledi. Muhtarla bir işimizin olmadığını söyledik. Muhtarın bir işi varsa kendisi buyursun gelsin dedik. Bekçi gitti yine geldi: “Muhtar gelsinler diyor” dedi. Ben yine aynı şeyleri söyleyince bekçi gitti. Namazı kılıp camiden çıktık. Sungur Ağabeyin elinde Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı eser vardı. Onu bir ağacın üstüne bıraktı. O sırada ziyaretine geldiğimiz adamda köye dönmüş. Bizi yemeğe götürmeye gelmiş. O kardeşin evine gittik. Evden çıkarken muhtar haber vermiş olacak ki jandarmalar gelip bizi askeri arabaya bindirdiler ve Tepe Köy’e getirdiler. O gece orada nezarette kaldık. Daha sonra zaten serbest bıraktılar.
1959 yılında Üstad’ı ziyaret ettiğimde kapıyı Abdullah Yeğin Ağabey açmıştı. Çok şaşırmıştım. “Siz de mi buradasınız ağabey?” dedim. Abdullah Ağabey: “Urfa’da canım sıkıldı. Gidip Üstad’ın yanında biraz kalayım dedim, fakat Üstad: “Keçeli! Sen niye buraya geldin? Ben zaten Urfa’ya geleceğim. Sana taziye için gelecekler. Seni buralarda mı arasınlar?” dedi diye cevapladı. Latife sanıyorduk, fakat hakikatmiş Üstad’ın sözleri.
Ahmet Fevzi Kul Ağabeyle görüşmeleriniz olmuş. O’nun hakkında neler söylersiniz?
Risale-i Nurları ilk tanıdığım andan itibaren Ahmet Fevzi Kul Ağabey’i de tanıdım. Kendisinin burada alçı taşı işi vardı. Gelip gidiyordu o sebeple. Biz de onun yanına gidiyorduk. Hatta bir defasında on gün kadar yanında kalmıştım.
Müthiş bir Hatipti Ahmet Ağabey. Kafası dolu bir insandı. Konuşmaya başladığında karşısında en muannit bir kişi dahi olsa, onun karşısında konuşamaz duruma gelirdi. Daha çok Üstad’ın 1. Şua gibi eserleri üzerinde duruyordu ve kendisi de o konular hakkında çalışmalar yapıyordu. Değişik ayetlerden tarifler çıkarıyordu. Yedi sekiz defteri karalamıştı. Fakat içi hep rakamlarla doluydu. Anlaşılması mümkün değildi. Bu defterlerin elime geçmesi de ilginç bir olayla mümkün oldu.
Ahmet Fevzi Kul Ağabey vefat etmişti. Bir gün onu rüyamda gördüm. Rüyam şöyle: Medine-i münevvere de bin kişi kadar insanın altında toplandığı bir çadır var. Fakat Fevzi ağabey 10-15 kişilik bir cemaatle dışarıda ve ayakta duruyor. Ben de onun arkasında duruyorum. Beni görmüyor. Elinde bir kâğıt var. “Bunu kim okuyabilir?” diye soruyor. Tek tek yanındakilere bakıyor, “Bu okuyamaz, bu da okuyamaz” diye kişileri eliyor. Sonra birden bana dönüyor ve: “İşte okursa bu adam okur” diyor ve kâğıdı bana veriyor.
Bu rüya üzerine o zaman hayatta olan Ahmet Fevzi Ağabeyin kardeşi bütün defterleri getirdi ve “Rüyana göre Ahmet Ağabey bunların sende kalmasını istiyor” diyerek hepsini bana bıraktı. Fakat ben hiçbir mana çıkaramıyorum yazdıklarından. Sadece şu sözünü hiç unutmuyorum. Bir gün: “İnanır mısın İsmail? Ben Mukataatı Kur’an’ı (Surelerin başlarındaki elif lam mim, ha mim, ta ha, ya sin gibi harfler) çözdüm” dedi.
Ben onun yanında kaldığım zaman biraz çalışmıştık beraber. Bazı ayetler üzerinde çalışmalar yapmıştık. Çok enteresan şeyler çıkmıştı ortaya,
Fakat o bilgiler Ahmet Ağabey’de kaldı. Sonra ben askerdeyken bazı ayetleri hesap edip kendisine gönderdim. Bunun üzerine Ahmet ağabey yeniden harekete geçmiş. Üstad’ın bazı dualarını, bazı ayetleri araştırıp hesaplayarak bir eser meydana getirmiş. Bu eser daha çok 1. Şua’daki gibi Kur’anın bu asra bakan ayetlerinden bahsediyor.
Üstad hayattayken bu eseri arkasına dua yazması için, Üstad’a yollamıştım. Üstad o eserin arkasına: “Ya Erhamürrahimin. Bu nüshayı yazan Ahmet Fevzi ve İsmail Hakkı…” diye yazmış. Fakat sonra “nüsha” kelimesinin üstünü çizmiş, yerine bu “hazinetü-l bürhanı” yazan…” diye yazmış. Sonradan yazdığı bir esere de Maidetü-l Kur’an, Hazinetül bürhan ismini vermiş. Ben onu öğrenince anladım ki, bizim yazdığımız eser gerçekte Üstad’ın yazdığı eseri tamamlar mahiyette olduğundan o ismi vermemizi istemiş olabilir.
Üstad vefat ettikten sonra daha yedi sekiz sene evveline kadar da ben böyle olduğunu bilmiyordum. Ta ki eser basılana dek.
AHMET FEYZİ KUL, HAKLI OLDUĞU HALDE BİR GECEDE GURURUNU YENMİŞTİ
Bir gece bir arkadaşın evinde toplanmıştık. Ahmet Fevzi Ağabey de gelmişti. Orada ağabeylerden biri bir mesele attı ortaya. Konu Hikmet-i İlahiyeyle ilgiliydi. Odada bulunanlar o kişinin söyleme tarzından olsa gerek bazı itirazlarda bulundular. Şiddetli münakaşalar oldu. Ben o sırada havayı dağıtmak için, Ahmet Fevzi Ağabeyi alıp camiye götürdüm. Dedim ağabey niye bu meseleleri bu gibi insanların yanında açıyorsun. Onlar henüz hazır değiller, hazmedecek durumda değiller” gibi bir şeyler söyledim. Ahmet Fevzi Ağabey: “Ben de pişman oldum” dedi. Ama bayağı kızmıştı konuyu açan o Hocaefendiye. Onunla hiç konuşmamayı düşünüyordu, fakat sabah namazında Ahmet Fevzi Ağabey o Hocaefendi'nin yanına gitti. Hocaefendi de hiç bir şey olmamış gibi onu memnuniyetle karşıladı. Sarıldılar. Anlatmak istediğim şu: karşı taraf haksız olduğu halde, gururunu bu kadar çabuk yenmek herkesin yapabileceği bir şey değil. Ahmet Feyzi Abi bunu rahatlıkla yapmıştı.
Bu güne baktığınızda Risale-i Nur hizmetlerini hangi noktada görüyorsunuz? Sizce Risale-i Nurlar hedefine ulaşmış mı?
1959 yılında İmralı’da bir mahkeme vardı. Biz de o mahkemeye gittik. Mustafa Birlik Ağabeyin evinde bir ders yapıldı. On-on beş kişiydik. Orada Üstad’ın 1948 yılında Afyon’da beraber kaldığı talebelerinden biri vardı. On-on beş kişilik dersi görünce adam sevincinden uçacaktı adeta. “Biz iki kişi bir araya gelip de ders yapamazken, şimdi bu kadar kişinin bir araya toplanıp ders yapması ne büyük bir fütuhat” diyordu. Bu cümleyi nazara alırsak, şimdiki fütuhat, şimdiki hizmetler elbette ki çok sevindirici.
Fakat o ilk zamanlarda yapılan hizmetlerdeki ihlâs ve samimiyeti ben bu zamanda pek göremiyorum. Daire genişledikçe, hizmetin sıkıntısını ve meşakkatini çekmemiş kişiler daire içine giriyor. Bu kişiler de hizmeti ihlâsla devam ettirmekte zorluk çekiyorlar. O zaman azdı ama çok samimi bir hava vardı. İki kişi bir araya geldiği zaman hemen Risaleden bir parça okunurdu.
Tabii bugün bir çok matbaada basılıyor olması ve çeşitli yayınevleri, basın organları gibi kolların hizmette bulunması çok güzel çalışmalardır, oldukça büyük bir inkişaftır. Bu da gerçek hedefine bir gün ulaşacağını gösteriyor. Malum onun hedefi bütün insanlığa Allah’ı tanıtmak. Bu gün tam olarak Risale-i Nur hedefine varmamıştır ama biraz daha yol alması gerekiyor. Bizim anladığımız Risale-i Nur’ların bütün dünyada inkişaf etmesi gerekiyor. Bütün İslam âlemine, hatta Hıristiyan âlemine dahi ulaşması lazım… Şu andaki gelişmeler zaten o yönde, çok ümit verici…