2 Temmuz Perşembe günü Risale Akademi, ardından da Risale Haber internet haber sitelerinde Bediüzzaman’ın 1909 yılının 1 Şubat’ında zamanın Matbuat İdaresine Kürtçe ve Türkçe gazete çıkarma talebiyle ilgili bugüne kadar hiç bilinmeyen ve kendisinin de hiç bahsetmediği bir belge yayımlandı.
Belge medyada epey bir yankı buldu. Konuya olumlu yaklaşanlar olduğu gibi, olumsuz yaklaşanlar da oldu. Olumlu yaklaşanların Bediüzzaman Said Nursi’yi iyi tanıdıkları, olumsuz yaklaşanların da bilmedikleri bir şahsiyet ve cemaati hakkında kasıtlı bir yaklaşım içerisine girdikleri görülmüştür.
Bu belgede çıkartılmak istenen gazetenin dilinin Türkçe ve Kürtçe olması adının da; “Ma’rifet ve İttihad-ı Ekrâd” yani bugünkü dilde “Kürtlerin Birliği ve Bilgilenmeleri” olması, olumsuz düşünce sahibi olanların ırkçılık damarlarıyla atağa geçmelerini sağlamıştır.
Gazetenin konusunun; “siyaset-i şer’iye ve ulûm ve şu’ûn-ı muhtelifeden” yani “şer’i siyaset ve muhtelif bilim ve işlerden” bahseden bir gazete olacağının belirtilmesi, ırkçı yaklaşımın önünü tamamen kesmektedir. Çünkü şer’i bir siyasette ırkçılığa asla yer yoktur. Bilimsel yaklaşımlar buna zaten fırsat vermeyeceği gibi, muhtelif işler de, ırkçılık gibi zarar veren işlere değil, faydalı işlere yer vermekten başka bir şey değildir. Bediüzzaman’ın hayatını okuyanlar çok iyi bilir ki, hiçbir zaman ırkçılık yapmamıştır. Bunu anlamak için bu gazete müracaatını yapana kadarki hayatına kısa bir bakış atmakta yarar var:
Bediüzzaman, bir İslam âlimidir. Kimsenin ilmi karşısında duramadığı bir ummandır. Bunu da yaptığı ilmî münazaralarla ispatlamıştır.
Bediüzzaman, Van’da Tahir Paşanın konağında ikamet ettiği sıralarda İslam âlemi ile ilgili havadisleri çok dikkatle izlemiş ve İslam siyasetini burada öğrenmiştir.
İngiliz Meclis-i Mebusanında, Müstemlekat Nazırı elinde Kur’an-ı Kerîm’i göstererek; "Bu Kur’an İslamların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’an’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız." dediğini bir gazeteden öğrenen Bediüzzaman’ın ihlâs, cesaret ve şecaat duyguları kabarır ve âdetâ; "Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!" yeminini içer.
Bediüzzaman’ın bundan sonra İstanbul’a gider. Onun asıl amacı Şarkî Anadolu’da "Medresetü’z-Zehra" namında bir darülfünûn/üniversite açmak, Van’da veyahut da Diyarbakır’da darülfünûn/üniversite derecesinde bir medrese tesisine çalışmaktır.
Şekerci Hanına yerleşir yerleşmez, Şarkî Anadolu’daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celb etmek maksadıyla ikametgâhının kapısına; "Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz” yazarak ulemayı münazaraya davet eder. İstanbul’daki meşhur âlimler, grup grup ziyarete gelip sualler sorarlar o, hepsinin de cevaplarını sahîh olarak verir. Genç yaşında bütün suallere gâyet ikna edici cevaplar vermesi ve beliğ ifade etmesi, ilim ehli üzerinde hayranlık uyandırır. Böylece; "Bediüzzaman" ünvanına bihakkın layık olduğunu İstanbul’da da ispatlar.
O sıralar İstanbul’da bulunan Mısır Camiü’i-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendinin; "Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?" sualine verdiği; "Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak. " cevabı onu çok şaşırtmış ve; "Bu gençle münazara edilmez; ben de aynı kanaatteyim. Fakat, bu kadar vecîz ve beliğane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır." demiştir.
Bediüzzaman’ın İstanbul hayatı, "Siyaset yoluyla İslamiyete hizmet edilecek" kanaatini taşıdığından, bir derece siyasîdir. Hürriyet taraftarı idi. Jön-Türklere de; "Siz dîni incittiniz, gayretullaha dokundunuz, Şeriatı tezyif ettiniz/küçük gördünüz; neticesi vahim olacaktır." diyerek muhalif olduğunu her fırsatta belirtir.
1908’de II. Meşrutiyet ilan edildikten üç gün sonra Bediüzzaman meşrutiyetle alakalı İstanbul’da daha sonra Selanik’te nutuklar verir. O sıralarda patlak veren hamalların boykotunda daha sonra da 31 Mart hadisesinde yatıştırıcı rol oynar.
Arkadaşlarıyla beraber İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) Cemiyetini kurarlar.
Hürriyeti yanlış tefsir etmemek ve meşrûtiyetin "meşrutiyet-i meşrûa" şeklinde anlaşılması gerektiği hususunda dînî gazetelerde makaleler neşreder ve uygun ortamlarda hitabelerde bulunur.
Bu emsalsiz makale ve hitabelerinde; o zamanki millî uyanışı, Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sadıkı/gerçek sabah olarak müjdeler; elden kaçmaması için de şer’i emirlere uymanın zarûrî olduğunu tenbihler. "Eğer meşrutiyeti hürriyet-i şer’iye ile kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebit bir idareye yerini terk edecek." Diye ihtarda bulunur. (Said Nursi, T. Hayat, s. 43-46)
Bediüzzaman’ın 1 Şubat 1909’a kadarki hayatına batığımızda; ayrılık sebebi olan ırka dayalı bir siyaset ya da hizmet anlayışının asla mevcut olmadığı görülür. Onun tek amacı iman, Kur’an ve İslama hizmettir. İslam birliğidir. İttihad-ı Muhammedîdir. İlim, irfan ve marifettir. Onun bütün gayreti; “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu, dünyaya ispat”tan başka bir şey değildir.
Bediüzzaman’ın hürriyete sahip çıkışı; “imanın bir hassası” olmasındandır.
Onun “meşrutiyet-i meşrua”nın üzerinde duruşu; yanlış anlamaları önleyerek İslamın malına sahip çıkma arzusundandır.
Onun Jön-Türklere karşı çıkışı; Kürtleri ya da başka ırka mensup olanları ezdiniz veya yok saydınız şeklinde değil, özellikle; “dîni incittiniz, gayretullaha dokundunuz, Şeriatı tezyif ettiniz” şeklindedir.
O bunları savunurken de sarsılmaz bir imana dayanarak, darağacında sallananların önünde yapılan muhakemesinde; “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım.” demekten de geri durmamıştır.
Böyle bir şahsiyete hak etmediği şeyleri atfetmek, onu yanlış anlamak veya başka maksatlarla kullanmaya kalkışmak çok mesuliyet gerektiren bir şey olsa gerektir.
Konuya bir sonraki yazımda devam edeceğim.