Prof. Dr. Ömer Said Gönüllü'nün makalesi
İnsanı İnsan Yapan Cevher: Ruh
İnsan beyni üzerine araştırma ve vurguların giderek daha fazla yapıldığı bir çağdayız. Moleküler biyoloji ve genetikteki başarılar çığır açıyor. Fakat biyoloji, nöroloji ve psikoloji insanı bir bütün olarak izah etmekte yetersiz kalıyor, tatmin etmiyor. "İnsanın duygu, düşünce ve davranışları beyninden kaynaklanmaktadır" şeklinde bir ifade, insan hakikati karşısında gülünç kaçıyor. Ağız alışkanlığıyla "ruh" diyenlerin, konu ciddi şekilde ele alındığında, "insanın ruhu olabilir ama aslında o beyninin eseridir; beyniyle hissetmekte, düşünmekte, yapmaktadır" demesi, ruha şuur, akıl ve iradesi olmayan, ne fonksiyon gördüğü bilinmeyen bir aksesuar rolü biçmesi havada kalıyor. Acaba, bu konu üzerinde durma ihtiyacı duymayacak kadar pozitivistçe düşünme alışkanlığından dolayı mı bu kadar rahat hüküm veriliyor, yoksa, ruh kavramının, kabul görür görmez yeni kapılar açacak olması mı rahatsız ediyor?
Yeryüzünde insanın tarihini ve ifade ettiği mânâyı onun beyni ve bedeniyle izah etmek (hem araştıran, hem de araştırılan olarak) insana kâfi gelir mi? İnsanın ortaya koyduğu duygu, düşünce, söz, müzik, mimarî, ilim, bilim, teknoloji eserleri ve mücerret düşünce derinliği onun beynine verilebilir mi? Beynimizin işlemesi, elimizi sokamadığımız kafatası içindeki biyokimyevî süreçlere bağlı ise, şuur, akıl, kalb ve irademiz nerededir?
İnsanı, hissetmesi, düşünmesi, konuşması, sevgi, şefkat, fedakârlık ve sabır göstermesiyle, emelleri, idealleri, rüyalarıyla, siniri, öfkesi, nefretiyle bir bütün olarak izah etmek için adres sadedinde insan beynini göstermenin yetersiz kalması ve insanı tatmin edememesi problemi pozitif bilimin sınırları içinde bir cevap bulacak gibi gözükmüyor. Çünkü insan, mânâsı çok ağır basan bir bütün. İnsan sadece akıldan müteşekkil bir varlık değil ki modern bilimin izah çabaları onu tatmin etsin. Kaldı ki ne akla bir tarif getirilebilmiş, ne de bu mesele akıl ile çözülebilmiş. Kalbi kırık, ağlayan bir insanın duyguları (dünyanın bütün dillerinde karşılığı olan kalbin kırılması biyoloji ile nasıl izah edilir?!..), kendisini öldürmek için üzerine gelen düşmanını önce altedip sonra affetme ahlâkını gösteren bir insanın his dünyası ve affetme sebebi beyindeki biyokimya ile açıklanabilir mi?!..
Bilim camiasının en azından insanı araştırırken pozitivist yaklaşımı terketmesi gerekir. Bilimi fizik-ötesine kapalı bir faaliyet olarak yapanların "sadece madde ile açıklanamayan" insan sözkonusu olduğunda, "pozitif bilim insanı tam olarak izah edemez" şeklinde bir görüş ortaya koyması beklenir.
Ruhuh varlığını hissetme
Bu dünyada insanlar birbirlerini bedenleri üzerinden görürler. Belli ölçüde tanımak için de sözlere, beden diline ve davranışlara dikkat eder, duyguları, düşünceleri, niyetleri anlamaya çalışır, zamana ihtiyaç duyarlar. Burada insanı tanımak, onun bedeninin üst kısmındaki kafatası içinde, iradesi dışında reaksiyonların cereyan ettiği beynin biyokimyasını çözmek olamaz o hâlde.
"Şu veya bu insanın nasıl birisi olduğu" sorusuyla, aslında onun mizaç, kişilik ve en önemlisi karakterinin (ahlâkının) nasıl olduğu, ruhunun (veya burada nefsinin) nasıl, ne kadar terbiye gördüğü sorulmuş olur ki, bunlar insanın beden-ötesi durumlarıdır. Mizaç, karakter ve kişilik her ruhun dünya hayatında kazandığı hususiyetlerdir. Mizaç irade dışı oluşur (ne kadarı doğuştan gelir, ne kadarı bebeklikte ve çocuklukta kazanılır, bilemeyiz, fakat buluğ çağı öncesinde mizaç belirginleşir), karakter ve bir ölçüde kişilik ise iradîdir, bu yüzden kişi bunlardan mes'uldür. Bunlar belli bir nisbette cevre şartlarının tesiriyle şekillense de, son sözü yine de akıl ve irade söyler.
Bedenimiz, iradî hususlarda ruh tarafından idare edilir. Yaratıcımız gayr-i iradî hususlarda bedenin işleyişini, meselâ sürekli çalışması gereken organların idaresini ruha bırakmamıştır. Meselâ, hayatın devamı için sürekli çalışması gereken kalb, akciğer, böbrek vs irade dışında işler ve biz fıtrata aykırı hareket etmedikçe, bunlar İlahî Rahmet eseri olarak yorulmaz. Mide ve bağırsaklar ise yarı-iradî çalışır. Biz gayr-i iradî olarak acıkır ama irademizle (ruhumuzla veya nefsimizle) yeriz. Yeme işlemiyle birlikte mide ve bağırsak sistemi, irademizi ne ölçüde kullandığımıza bağlı olarak çalışır, irademizle fıtrî ölçüyü aştığımız durumlarda da yorulur. El, kol ve ayağımızı şuurumuz uyanık iken tamamen irademizle kullanırız, ve onlar da bizim kararımıza göre yorulur. Çalışırlarken irademizin erişemeyeceği hücre ve doku gibi küçük âlemleri ise, O, rahmetiyle çalıştırır.
İnsan uyanık (şuur hâlinde) iken, ruhun uzuvları olan şuur, akıl, nefis, kalb ve vicdan sürekli faal ve birbirleriyle etkileşim hâlindedir. Ruhun irtibatlı olduğu beyin üzerinde görülen bu durum eğer yoğun yaşanırsa, zihnimizin yorulduğunu, kafamızın durduğunu, başımızın ağrıdığını söyleriz. Bu faaliyetin tesiri vücudun geri kalan kısmına iradî söz ve davranışlar ile gayr-i iradî fizyolojik hâdiseler şeklinde beyin istasyonu üzerinden yansır (meselâ hepsi birer şuurlu algılama neticesinde ortaya çıkan üzüntü, sevinç, korku, tereddüt gibi durumlarda kalb çarpıntısı, yüksek tansiyon, midenin asit salgılaması, boğaz ve dudakların kuruması, iştahın kaçması vs). İradenin en fazla kullanıldığı akıl ve vicdanın nefisle mücadelesi ve sabır gösterme gibi durumlarda, ayrıca derin üzüntü veya ümitsizlik duyma gibi his dünyasına tesir eden hâllerde, sinir sistemi ve hormonlar üzerinde kalıcı tesirler görülebilir (kalb, tansiyon, mide rahatsızlıkları, şeker hastalığı vs).
Uyanık iken büyük ölçüde ruha bağlı olarak faaliyette bulunan beden yorulur ve dinlenmesi gerekir. Beyin bedenden gelen uyarıları ruha bildirir. Ruh kaydı altında olduğu bedenin dinlenmesi için (aklî, kalbî veya nefsanî) kendince bir yol tercih eder. Bedeni oturtur, yatırır, uyutur veya dikkatini başka bir yana çeker vs.
Memeliler, kuşlar ve balıklardaki tabiî dinlenme biçimi olarak tarif edilen uyku tıbben, insanlarda tam bir şuursuzluk olarak değil, kişinin kolaylıkla uyandırılabildiği, beynin yenilenme süreci olarak kabul ediliyor. Uyurken çekilen EEG ve MR'dan, özellikle rüyada beynin kan akımının ve metabolizmasının, uyanık hâldekine göre daha yüksek olduğu görülüyor. Bir madde olarak beyinde şuur, akıl, vicdan ve irade bulunmadığına göre, beyindeki bu aktiviteler, ruhun beden kaydından bir nebze kurtulduğu için artmış olan faaliyetlerinin rüya şeklinde bu ekrana yansımasından kaynaklanmaktadır aslında. Beden uyurken bile ruh şuurlu, yani uyanıktır,1 ve rüya da, akıl, kalb ve vicdanın mevcut olduğu ruhî bir hâdisedir. Ruh için zaman ve mekân kaydı sözkonusu olmadığına göre, kendisine misal âleminden tabloların gösterildiği söylenebilir. Uyku esnasında bedenin ve beş duyunun faaliyeti en aza indiği ve beyin ruh ile beden arasında köprü olamadığı için, ruh beden üzerinde irade kullanamaz, ona birşey yaptıramaz (uyur-gezerlikte şuur ve irade yoktur, insanî değil hayvanî -bir bakıma mekanik- ruhun bedeni harekete geçirmesidir). Uykuda gayr-ı iradî fizyolojik ve hayatî süreçlerle ilgili beyin-beden münasebeti ise devam eder.
Uyanmak da sadece fizyolojik bir hâdise değildir; ruh ile beyin arasındaki irtibatın tam olarak kopmadığı uykudan ruh-beyin münasebetinin tekrar sağlandığı şuur hâline dönüştür. Uyuyan birini, seslenerek veya koluna omzuna dokunarak uyandırmak istediğimizde, o kişi, (ruhî) hassasiyetine, dolayısıyla uykuya dalmışlık derecesine bağlı olarak bir zaman sonra uyanır. Dışarıdan bir uyaran olmadığı takdirde kişi genellikle fizyolojik bir ihtiyaç, bir ağrı, acı vs sonucunda veya yeterince uyumuş ve dinlenmiş olarak uyanır. Bedenin yeterince dinlenmesini ancak ruhun baskısı engelleyebilir. Meselâ uyanmasına yardımcı olacak bir saat vs yoksa ve belli bir saatte kalkması gerekiyorsa, vaktinde uyanamama endişesiyle ve kendi kendine telkinde bulunarak uyur. Ruhu da onu o vakitte uyandırır. Veya ruhunu rahatsız eden bir his ve düşünce ile yatar ve ruhunun tedirginliği beyin-bedenine tesir eder, kolay kolay ve uzun süre uyuyamaz.
Şuur (uylanıklık) halinde fiziki hisler (beş duyu) ve mânevî hisler (vicdan-kalb)
İnsanda dış dünyayı ilk karşılama fizikî temasla olur. Beş duyumuz uyanık iken, dışarıdan ve bünyemizden sinyaller taşır (ses, görüntü, koku, tat, dokunma, ağrı veya acı hissi).2 Bu sinyaller beyin üzerinden sür'atle ruha ulaşır. Şuur, akıl ve irade makamı olan ruh bunları sür'atle algılar, anlamlandırır -bilgi hâline getirir- sonra yine beyin ve beş duyu vasıtasıyla beden üzerinden cevaplandırır. Meselâ elimize birşey temas ettiğinde, bedenimizin bunu sinir yoluyla hissetmesi ile şuur ve akıl sahibi ruhumuzun bunu anlamlandırması (sıcak, soğuk, sert, yumuşak vs) neredeyse aynı anda olur. Beden-beyin üzerinden kendisine ulaşan bir acı hissini ruh, hassasiyet ve dikkat derecesine göre karşılar ve cevabını meselâ insanın çehresi üzerinde bir mimikle verir. Bu gibi süreçler sebepler dünyasında aradaki beyin istasyonu (ve perdesi) üzerinden cereyan eder3 ama beyin, insanın şuurlu algılama-anlamlandırma mevkii değildir; duygu, düşünce ve davranışların kaynağı ve sebebi de değildir.4 İnsan beyninin yaklaşık % 77-78'si su, % 10-12'si lipid, % 8'i protein, % 1'i karbonhidrat, % 2'si çözünür organik maddeler ve % 1'i inorganik tuzlardan müteşekkildir (Mcllwain, H. and Bachelard, H.S., Biochemistry and the Central Nervous System, Edinburgh: Churchill Livingstone, 1985).
Meselâ, "beyaz badanalı ev" ifadesini ele alalım. Göz kanalıyla gelen şuurlu bir fizikî his (görme) neticesinde bu görüntü için bu basit tarifi şuur yapar. Şuurun erken yasta öğrenip alıştığı (hafızaya mâlolan) temel kavramların bu müşahhas ifadesi için aklî muhakeme gerekmez, şuur yeter. Ama onlarca sarı badanalı ev içinde tek bir beyaz badanalı ev görmek aklın dikkatini çeker ve akıl bunun sebebini bulmaya yönelir. Şuur gayr-ı iradî, pasif-otomatik tanıyıcı, akıl ise iradî, aktif-muhakeme edicidir. Meselâ yüzlerce insanın çarşıda, pazarda yürüyor olduğunu görüp ifade etmek için şuur yeter ("Bu insanlar ne yapıyorlar?" "Yürüyorlar."), bunun için aklî bir muhakeme gerekmez. Fakat herkesten farklı yürüyen bir insanın bu durumunu akıl ile sebeb-netice çerçevesinde anlamlandırmaya çalışırız. Veya elindeki âletle bir binanın duvarında çalışma yapan bir insanın bu fiiline aklî bir muhakeme ile mânâ vermeye çalışırız. Bir insanın bir başka insanı tartakladığına şahit olduğumuzda ise, sadece akıl değil kalb, vicdan ve mânevî hisler de harekete geçer.
Ruh beyin irtibatının muvakkaten kesilmesi veya azalması
Baygınlık, koma, bitkisel hayat ve beyin ölümü gibi durumlarda veya beyinde ciddi bir arıza varsa ve fizikî hisler kısmen veya tamamen meydana gelemiyorsa ne olur? Ruh algılayamaz mı, veya doğru algılayamaz mı? Yaratıcı'nın kendi Ruhu'ndan üflediği insan ruhu tabiî ki asla yorulmaz, hastalanmaz, ölmez, bozulmaz, parçalanmaz, mahiyeti değişmez, şuurunu ve aklını yitirmez ve bütün bu durumlarda algılamaya devam eder; herşeyin farkındadır, fakat cevabını (beyin üzerinden) veremediği için kalb, akıl ve iradesini ortaya koyamaz. Dalıp-gitme hâli ise, ruhun, beş duyu uyanık iken bedenin bulunduğu mekân ve zamanın dışında, gayr-i iradî olarak başka bir yer ve zamana (dolayısıyla konuya) yoğunlaşmasıdır.
Deli denilen kişilerin ruhlarında da bir problem yoktur (Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi "ruh hasta olmaz!" tesbitinde bulunur). Bunların beyinlerindeki ve hormon bezlerindeki problemler, ruhlarının kendini ifade etmesine engel teşkil eder. Bediüzzaman (ra), annesi ve ninesi tarafından bağlı vaziyette deli diye getirilen bir gence nazar eder ve çözülmesini ister. Çözdüklerinde, genç adam korkulanın aksine sakın vaziyette durur. Çünkü Üstad Hazretleri o kişinin beynine takılmamış, doğrudan ruhuyla muhatap olmuştur (Muhterem Hocaefendi'nin ifadesiyle, ruha misafir olmak), ve ruhlar anlaşmıştır. Bu durum akıl ve iradenin ruhta olduğunu bir kere daha göstermektedir. Başta Peygamberler (aleyhimüsselam) olmak üzere büyük örnek ve önderleri tanıyan, davalarını benimseyen ve ruhları ihya olan insanların iradeleri de bu yüzden şahlanır.
Ölüm ve ruh
"Her nefis ölümü tadacaktır. Siz ey insanlar, çalışmalarınızın ücretini ancak kıyamet günü tam bir şekilde alacaksınız..." (Al-i İmran, 3/185) "Her nefis ölümü tadacaktır. Biz, sizi sınamak için gâh şerle, gâh hayırla imtihan ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz." (Enbiya, 21/35) "Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O'dur..." (Mülk, 67/2).
Nefis kelimesinin insan için kullanıldığı bu âyetlerde, her insanın bu dünyadaki biyolojik hayata bir daha dönmeyecek şekilde ölümü tadacağı, insanın beden hayatı son bulurken ölümün yaratıldığı beyan buyrulmaktadır (aksi takdirde bizim için belki de yokluk sözkonusu olacaktır). Bu yüzden ölüm de yaratılan ve tadılan, yani mevcut birşeydir. Tadan insanın, tattığının şuurunda olması için, tattıktan sonra da şuurlu varlığının devam etmesi gerekir. Demek ki, ölüm yokluk değildir, ve biyolojik nefis içindir, ruh için değildir. Şuur sahibi ruh bu süreci hissetmektedir (bedenî bir ağrı veya acının ruh tarafından algılanması, ruhu meşgul etmesi gibi).
Kur'ân-ı Kerîm'de "mutmain nefis" olarak hitap edilen de ruhtur: "Ey gönül huzuruna ermiş ruh! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime!" (Fecr, 89/27-30) Bediüzzaman da (ra) ölüme, ruhun hayat vazifesinden paydos etmesi ve beden hapsinden azat olması şeklinde tarif getirir.
Bitirirken...
Beyin ve bedenleri, bizim gibi beş duyuları olmadığı hâlde, melekler fizikî durumlardan haberdar olurlar. Onlar şuur sahibi, ama nefis ve iradeleri olmayan ruhî varlıklardır (Muhterem Hocaefendi, meleklerin belki çok küçük bir iradeleri olabileceğini, yapıları gereği bunu da hayır yönünde kullandıklarını söyler). Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), meleklerin güzel koku olan yere, Allah (celle celâlühü) ve Resulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) bahsedilen meclislere geldiklerini beyan buyurur. Demek ki onlar koku duyar, söz işitirler; cinlerin Kur'ân okunduğunda işitmesi gibi. O hâlde, herzaman uyanık olan insan ruhu da aslında görmek için göze, işitmek için kulağa, koklamak için buruna ihtiyaç duymaz. Bunlar birer sebep perdesidir.
Kur'ân-ı Kerîm'in beyanıyla Allah insana Kendi Ruhu'ndan üflemiştir. Bu yüzden ruh zaman ve mekân üstüdür, ölümsüzdür, bâkîdir. Beden kaydı altına girdiği bu dünya onu zaman ile de sınırlar. Beden kaydından kısmen ve gayr-i iradî olarak kurtulduğu rüya ve yakaza gibi durumlarda, zaman ve mekânın olmadığı misâl âlemi ona açılır (ruh irade mücadelesi vererek beden kaydından kurtulmaya çalıştığında ise, ilâhî bir ikram olarak, uyanık iken de misal âlemi ona açılır. Bediüzzaman Hazretleri bunu kendi hayatında yaşadığını ifade eder). Hisseden, düşünen, akleden, hayal eden, öfkelenen, irade mücadelesi veren, kendini ve bedeni baskılayan, sabreden, seven, üzülen ruhtur, beyin değil.
Burada, "müsbet bilimin metodlarıyla doğrulama ve yanlışlamaya açık olmayan, asla varlığı ispat edilemeyecek, Muhterem Hocaefendi'nin ifadesiyle, mahiyeti anlaşılamayacak olan, bu yüzden de ancak şahsî kanaat belirtilebilen ruh üzerinde bu kadar durmaya gerek var mı?" şeklinde bir soru sorulabilir.
Bedenin, dolayısıyla bedenî ihtiyaçların ve neticede bu ihtiyaçlara hitap eden ürünlerin on plânda olduğu, sürekli reklâm edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Televizyon, bilgisayar, cep telefonu, sokak ve okuldan gelen görüntüler, sesler, kokular ve mânâların büyük kısmı insanın ne yazık ki sadece beden hayatını esas alıyor, onun fizikî hislerine hitap ediyor, mânevî hislerini bozuyor, ruhunun dikkatini dünyaya çekiyor ve metafiziğe olan kâbiliyetini köreltiyor. Bu fırtına altında, nefiste beden hesabına çok fazla boşluk meydana geliyor. Nefsin beden üzerinde hakkı var, ama ilâhî mesajın rehberliğinden uzak kalan veya bunu önemsemeyenler açısından nefsin bedenle münasebeti abartılıyor. Denge bedenden yana bozuluyor. Beden ruha tâbi olmak üzere yaratılmışken, büyük ölçüde nefis hâkim ve idare edici durumuna geçiyor.
Bugünün dünyasında insana mahsus hususiyetler de beyne ve genlere veriliyor; ruh telâffuz edilse bile bir ruhun, daha da önemlisi bir ruh hayatının varlığına inanılmıyor. İnsanın iradesiyle insan (dolayısıyla mesul) olduğu dikkate alınmıyor. Hâlbuki, insanı insan yapan hususiyetlerden biri, Külli İrade karşısındaki iradesi ne kadar cüz'i de olsa, yaratılmışlar içinde en fazla hür irade verilmiş bir varlık olmasıdır. Bu iradenin beden maddesine verilmediği açıktır. Birçok vak'ada, beyindeki geçici veya kalıcı bir arızadan dolayı insanî ruhun beyinle, dolayısıyla bedenle teması kaybetmesi neticesinde, bedene şuursuz bir hayvanî ruh ve iradenin hâkim olduğu görülmektedir (meselâ beynin ön lobundaki bir tümör oluşumu insanî ruh ile beyin arasındaki münasebeti engeller; bu durumdaki kişi daha önce çok edebli olsa da, elinde olmadan müstehcen davranışlar göstermeye başlar).
Bugün akıl göze inmiş olduğundan insanlar birbirlerini sadece beden olarak görüyor. Ruhları tanımaya çalışmak, insana hakiki değerine göre davranmak uzak kalıyor. Hâlbuki, kendimizi ve diğer insanları yaratılmış birer ruhî varlık olarak görürsek, daha dikkatli ve saygılı oluruz. Konuştuğumuzda ruhumuzun konuştuğunu, karşımızda bizi bizim gibi bir ruhun dinlediğini derinden hissedersek, aradaki ırk, dil, din, yaş, beden, dünyevî makam ve zenginlik gibi engellere takılmayız, ruhları incitmemeye çalışırız. Çünkü bu izafi ve dünyevî hususlar elimizde değildir, imtihan için verilmiştir ve geçicidir.
Bediüzzaman Hazretleri "kalb ve ruhun hayat derecesi" ifadesiyle kâmil (hakiki) insan olma ufkunu işaretliyor. Ruhun varlığına inanırsak, Allah'a yakın yaşamış büyük zâtların hayatını incelersek, bir ruh hayatının olduğuna ve yaşanabileceğine inanırız. İrademizi bu yönde kullanmayı önemseriz. İnsan yaratılış gayesiyle, Yaratıcısı'nın ona Kendi Ruhu'ndan üflediği ruhuyla yaratılmışların en şereflisidir. Bu yüzden kıymetlidir. Bu yüzden bir insan bütün insanlık gibidir. Biraraya gelen insanlar bu yüzden bir sürü teşkil etmezler. Bu yüzden Cenâb-ı Hak her insanın kalbine Ehadiyeti ve Ferdiyeti ile değer verir, ilham eder, muhatap kabul eder, huzuruna davet ve duasına hususi olarak icabet eder. Bu yüzden hiçbir insanı iman etmeye zorlamaz. Bu yüzden insana bedenî işkence yapmak, hattâ kötü nazarla bakmak zemmedilmiştir, yasaklanmıştır. Bedene işkence yapmak insanlık onurunu hiçe saymak demektir ki, mazlumun önce ruhunu incitir. Bunları kendisinden ve getirdiği mesajdan öğrendiğimiz insanlık ufkunun en parlak yıldızı, yanıltmayan rehberi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, insanlığı ruh hakikatiyle buluşturan, ruh hayatını en kâmil mânâda yaşayan, bu hakikati insan aklına ve vicdanına Risaleti, ubudiyeti ve hayatıyla en fazla yak(ın)laştıran, insanın kendini (nefsini) aşmışlığının zirvesini temsil eden insandır.
Dipnotlar
1. "Sizi geceleyin öldürür (gibi uyutan) , gündüzün de ne işlediğinizi bilen O'dur..." (el-En'âm 6/60). Bütün insanlığa rehber Efendimiz de -sas- "Uyku ölümün kardeşidir." buyurur. (Suyûtî, II, 162). Bir defasında Hz. Âişe (ra) sorar: "Geceleyin uyanamayıp da vitri geçirirseniz ne olur?" Hz. Peygamber (sas): "Benim gözlerim uyusa da kalbim uyumaz, zamanı gelince uyanır, önce teheccüdü sonra vitri kılarım" cevabını verir. (Tirmizî, "Şemâil", 45).
2. Uykudaki bir insanın bu fizikî his uyarılarını beden-beyin-ruh-beyin-beden silsilesiyle hissetme, algılama süresi ruhun hassasiyet durumuna göre değişebilir.
3. Bu işlemlerin beyin safhası bugün PET (bedendeki fonksiyonel süreçleri nükleer görüntüleme tekniği yardımıyla üç boyutlu olarak resmeden Pozitron Emisyon Tomografisi) gibi yöntemler kullanılarak görülebilmektedir. Yani beyin bu süreçte bir ekran, bir sahne görevi görür.
4. Ama beden veya beyindeki, hormonlardaki, bazı fonksiyonel bozukluklar bu sürecin sağlıklı işlemesine engel teşkil edebilir.
Sızıntı, Temmuz 2010 sayısı