Bir zamanlar bir kralın çok sevdiği bir eşeği varmış. Kral, eşeğini öylesine çok severmiş ki; bu eşeğin, cahil kalmasına bir türlü rıza gösteremezmiş.
Sonunda eşeğine kim okuma yazma öğretirse, onu servete boğacağını ilan etmiş. Fakat eğer bu konuda gönüllü olanlar, eşeğe okuma yazma öğretemezlerse, boyunlarını vurduracağını eklemekten de geri kalmamış.
Bu işe birtakım hevesliler çıkmış; fakat eşek bu, okuma yazma öğrenir mi? Tabii sonunda, bu heveslilerin kelleleri gitmiş.
Derken bir gün, gerçekten ülkenin en fukara adamlarından biri, kralın huzuruna çıkmış ve eşeğe okuma yazma öğretebileceğini söylemiş. “Fakat kralım” demiş, “İnsanların okuma yazma öğrenmeleri bile yıllar sürüyor. Sizin eşeğin okuma yazma öğrenmesi için, en az 10 yıl gerekir. Eğer ben 10 yılda eşeğinize okuma yazma öğretemezsem, boynumun vurulmasına razıyım.”
Teklif kralın hoşuna gitmiş. "Git, aileni de al, gel" demiş. “Size sarayımda bir daire vereceğim ve eşeğimi de oraya getirteceğim. Derslere hemen başlayın.”
Adamcağız sevinçle evine gitmiş ve “Toparlan Hanım” demiş. “Saraya gidiyoruz.”
“Neden gidiyoruz?” diye sorunca kadıncağıza, kralla olan konuşmasını anlatmış.
Kadın, midesine kramp girercesine inlemiş: “Efendi sen delirdin mi?” demiş. “Baksana kaç kişi bu uğurda canından oldu. Eşek okuma yazma öğrenebilir mi?”
Adam gülmüş. “Hanım” demiş, “Yaşadığımız sefaleti görüyorsun. Ne ocak yanıyor, ne tencere kaynıyor. Sarayda ekmek elden su gölden yaşayacağız. Önümüzde 10 yıl var. Bu 10 yıl içinde, ya eşek ölür, ya kral ölür, ya da ben ölürüm...”
***
Çoğu insanın hayat çizgisi eşeğe okuma yazma öğretmeye çalışan bu adama benziyor. Başkasının günahını almayayım; en azından ben kendimi biraz bu adama benzetiyorum.
Bu yüzden hayatı ıskaladığımı da düşündüğüm çok olmuştur.
Kendine güvenen biri gibi göründüğüm halde, içimdeki acziyet ve nefsimde kendime karşı büyük bir itimatsızlık (güvensizlik) kaplayan engelleyici faktörler etkili geri çeken bir dürtü oluşturuyor. (Münazarat, 84/92)
Sonra ne mi oluyor; içimden “Sonra yaparım” diyen bir sesi takip ediyorum, beni “erteleme”, “havalecilik” ve “boş ver, adam sende…”cilik denilen berbat davranışlara doğru sürüklüyor.
Bunlar yetmiyormuş gibi, daha önce başkalarının çekilmesinden dolayı, onların vazifelerini de üstlenme gayreti içine bulunmayı “görev ahlakı” sayan ben, (Onyedinci Lem’a, Onüçüncü Nota, İkinci Mesele) bakıyorum şimdi başkalarının kötü örnekliğinden ve tembelliğinden örnekler alıyorum, onlara benzemeye çalışıyorum.
“Himmet” duygum köreliyor, başlangıçta acıdığım, şefkat ve merhamet etmeye çabaladığın manevi yardıma muhtaç insanları dışlıyor, yerine, merkezinde kendimin olduğu özel bir hayat oluşturuyorum.
Daha sonrası tam bir girdap, tam bir uçurum...
Bu kadarla kalsa iyi; ara sıra takıldığım nefsim beni peşinden sürüklerken, gençliğimde koluma girip “haydi!” diyen arkadaşlarımı aradım; şimdi pek çoğunun isimlerini de yüzlerini bile unuttuğumu gördüm.
Şunu anladım ki, sevdiğim şeylerden en çok tekrarladığım davranışı daha çekici bulma ihtimalim artıyor.
Aynı durum, kimliğimizi belirleyen çevremizdeki üç-beş arkadaşımızın ortalamasından başka bir şey değil.
Kişinin kendini beğenme dürtüsündeki sır da bu değil mi?
“İrade” ortaya konulmadıkça, hatalı ama cazip davranışları tekrarlama eğilimimiz artıyor.
Cazip şeyler en zayıf noktamı oluşturuyor; Hz. Musa gibi altına uzanacakken beni ateşe yöneltecek O gaybi elin yardımına her zaman muhtacım, muhtacız.
İşte tam burada gençliğimde biriktirmiş olduğum müsbet meyveleri (davranışları) bir yatırımmış gibi heybemden çıkarıyorum.
Bu davranışlara “istiflediğim davranışlar” adını veriyorum.
Hatta küçük yaşlarda başlayan ibadet egzersizleri bu istiflememin başlangıcını oluşturuyor.
Neyi, niçin yaptığımızı bilmediğimiz yaşlarda, anne veya babamızın taklit ettiğimiz namaz gibi davranışlarını tekrarlayarak çoktan “davranış istiflemeye” başlamıştık bile.
Başka çocuklar da var; ailesinden ve çevresinden görüp istifledikleri davranışları sonraki yıllarda kalıcı, acı verici ve tekrarlanan olumsuz davranışlara dönüşmüş insanlar…
Sonraki yaşlarda, küçüklüğünde aldığı terbiye istifinden faydalanıp olması gereken normaliteye dönüş yapan çok sayıda insan tanımıyor muyuz?
***
Hayat bir biriktirme yolculuğudur.
Kimi altın-gümüş istiflerken, kimi sevap veya günah biriktirir.
Kimi dost istiflerken, kimi düşman artırır.
Kimi düşünce/fikir istiflerken, kimi malumatfuruşluk biriktirir.
Kimi dua toplayıp birikim sağlarken, kimi beddualarda yaşar.
Gerçeği sadece Allah’ın bildiğini göreceğimiz o günde, “sırların döküleceği günde” (Tarık, 9) vay halimize!
***
Bediüzzaman prensibi: Hazları ertele, meşakkati öncele!
Canlılar âleminde kendine zarar veren tek varlık insandır.
İnsanın zorlu imtihanı buradan başlıyor.
Dünyada da ahrette de mutlu olmanın yolu “meşakkatten” geçiyor.
Biyografi okumayı seviyorsanız dünyaca zengin olmuş iş insanlarının hayat hikayelerini okuyun; nasıl zengin olmuşlar, neleri feda etmişler?
Şöhret bulmuş insanlar nasıl meşhur olduklarını hangi zorlu süreçlerden sonra o noktaya geldiklerini ibretle okuyun.
Demem o ki, en pespaye dünyevi işlerde bile meşakkatsiz bir başarı söz konusu değil.
Para kazanmak için sağlığını heba eden insanlar, ömrünün diğer yarısında sağlığını kazanmak için bu defa istifledikleri paralarını heba ediyorlar.
Sonuç, elde var sıfır.
Bunu bir de “sahabe mesleğinde” olduğunu söyleyenlere sorun.
Dünya onlara yaramayan ehl-i beytin mesleğinde yürüyenler, bunu hiç denememeliler. Çünkü “Saltanat-ı dünyeviye ehl-i beyte yaramaz.” (Ondokuzuncu Mektup, beşinci Nükteli İşaret)
“Ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli.” (Onuncu lem’a)
İnsan şaşırmaya görsün.
Zihinsel yorumlarımız, bizi dünyaya sahip çıkmak ve birikim yapma yolunda aceleye getirip aldatırken, bunu bize “acil” koduyla dayatıyor.
Ona bakarsanız, dünyadaki her işimiz acil…
İşe yetişmek acil,
Yemeğe yetişmek acil,
Toplantıya ulaşmak acil,
Eve yetişmek acil,
Otobüse, dolmuşa, gemiye, uçağa yetişmek için koşuşturmak acil,
Zengin olmak acil, para kazanmak acil…
Peki bu acil olan şeyler ne kadar önemlidir?
20/80 Pareto kuralını hatırlayın!
“Acil” olan işlerin yüzde 80’i gerçekte hiç de “önemli” olmayan işlerdir.
Acil işler, anlık işlerdir ve yerine getirildiğinde tükenir.
Önemli işler ise geleceğe yatırımdır.
Acil işler ânı kurtarmaktır.
Önemli işler geleceği kurtarmaktır.
Acil işler kısa vadeli bakışı temsil eder.
Önemli işler ise geleceğe bir yatırımdır.
Acil işler karmaşaya sebep olur, önemli işler sabırla yola çıkar.
Acile takılıp, geleceğini ıskalayanların hastalığı ise “aculiyet”tir.
“Aculiyet” hastalığına yakalananlar sonuç odaklı olduklarından, başarı merdiveninin basamaklarını hızla tırmanmak isterler; lakin ayakları kayar, himmetleri kaybolur. (Münazarat, Zindan-ı Atalete Düştüğümüzün Sebebi Nedir?)
Önemli olan işler nadiren acildir!
Bunu asla unutmuyorum. Bizim için önemli olan acil olan işlerimiz değil, “önemli” olan iş ve davranışlarımızdır.
“Önemli olmak” için “önemli işler” yapın; sıradan olmak için günü kurtarın.
Kısa vadede köşeyi dönün mesela.
Her zaman “önemliye” önem verin, “acil” olana değil.
Mesela, kişinin kendini yetiştirmesi “önemlidir.” Lakin bu yolda yürümeye başladığınızda önünüze acil koduyla o kadar çok lüzumsuz ve gereksiz iş ve davranışların acil koduyla çıkıp, sizi nasıl maniple ettiğini göreceksiniz.
O halde sloganımız: Her zaman önemli; ara sıra acil!
Eisenhower, kendi adıyla anılan bir acil-önemli matriksi geliştirmişti. Bu tabloya baktığımızda üstteki iki kutunun “önemli” kutuları olduğu; alttaki iki yan yana kutular ise “önemli olmayan” işleri düşünmemizi sağlıyor:
***
“Büyük” insanların hayatları “önemli” olanlarla doludur.
İnsanlara düşünceleriyle etki edip sonraki nesil üzerinde etki yaparlar.
Hiç aceleleri yoktur.
Toplumsal değişim uzun solukludur.
Ancak meşakkatler peşin verilir; kabul edilmeli.
Uzun soluklu bu yolculuğun her durağında meşakkat hakimdir.
Büyük insanlar bu meşakkatleri peşinen kabul etmiş olmalılar.
Hazları erteleyip meşakkati öncelemişlerdir.
Ancak hayırlı işlerin muzır manisi çok olur. Çünkü hayırlı işler “önemli”dir.
Dünyevi işlerin hepsi, kabre imanla girmekten daha önemli olabilir mi?
İşte hem “önemli” ve ölümün ne zaman geleceğini bilmediğimizden nâşi “hem acil!”
Gafil insana göre, “ahiret çok uzaktadır ve aciliyeti yoktur. O orada kalsın bakim!”
“Cehenneme kim gitmiş gelmiş!”
Sonuçta derin bir küfür barındıran her bir günahı işlemenin psikolojik sebebi bu değil midir? (İkinci Lem’a)
Her günah insana kısa vadede mutluluk vermeyi vaat eder.
Kısa vadeli mutluluklar insan nefsi için acil bir durumdur; aldatıcıdır.
Günah karşıtı her davranış, “önemlidir”; çünkü ebedi hayatın malzemeleri bunlardır.
Böylesine önemli olduğu halde meyvelerini hemen toplamak mümkün olmayabilir; gâliben ahirette toplanacaktır.
Bu da aciliyet duygusunu yok etmekte, önemliliği öne çıkarmaktadır.
Onun için “ölüm” hakikatini sıkça anmak, önemli bir konuyu aciliyete taşıyarak hazları köreltmeyi sağlamaktadır.
Bediüzzaman bu hakikati şu cümlelerle ifade eder:
“Nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.
Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hâzırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder.
Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir.
Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar.
Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar.
Şu halde, kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.
Hem sabık işaretlerde anlaşıldığı gibi, fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için, gayet kolaydır.
Şeytan-ı ins ve cinnî, çabuk insanları o yola sevk ediyor.
Gayet câ-yı hayret bir haldir ki, âlem-i bekànın—nass-ı hadisle—sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i ömründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukabil geldiği halde, bazı bîçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâki âlemin bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider.” (Lem’alar, Onuüçüncü Lem’a, Yedinci İşaret)
***
Hayat bedeller üzerine inşa edilmiştir.
“Ey zevk ve lezzete müptelâ insan!”
“Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”
“Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur, hayatın lezzetini kaçırır.” (Gençlik Rehberi)
İlahi yasalar tabiatta ve insan türünün sosyolojik ve sosyal psikolojisinde cereyan ediyor.
İrade, hazların üstesinden gelmek için verilmiştir.
Hazır bir dirhem lezzeti ilerideki batmanlarca lezzete tercih etmek yerine, hazları erteleyerek, zahmeti ve meşakkati göğüsleyenler kazanacak.
(B)aşarının, (Ç)alışmaktan önce geldiği tek yer sözlüklerdir.
“Avcı” karakterini değil “Çiftçi” karakterini göstermek gerekir.
“Avcı karakteri” fırsatçı karakteridir; “Çiftçi karakteri” ise sabır.
(Önemli not: Amacım avcılara hakaret etmek değil, her mesleğin olduğu gibi, avcılık işinin özündeki karaktere vurgu yapmak için bu benzetmeyi yapmaktayım. Hem bu karakter sadece av esnasında görünür.)
Avcı karakteri kısa vadeli düşünür; avcı köpeği ile sinilecek, saklanılacak ve köpeğin hareketiyle havalanan kuşlardan birine ateş edilip düşürülecek ve sayyâd-ı bî insafa hizmet etmekten lezzet alan köpeği de onu düştüğü yerden alıp getirecek ve sahibinin takdirini kazanacak.
Köpeğin karakterine ne demeli; ne ucuz bir yöntem, ne aşağılık bir karakter.
Oysa çiftçilik karakteri öyle mi?
Çiftçilik karakteri, sabır mesleğidir.
Ekeceksin, sulayacaksın, gübreleyeceksin, yabani otlardan temizleyeceksin; yetmedi, Rabbine el açıp bereketli mahsul olsun diye, dua edeceksin.
Sabır karakteri budur!
Çiftçilik “Tevhid” hakikatinin parladığı bir meslektir.
Doğrudan O’ndan istemek, verilecek olanı sabırla O’ndan beklemektir.
Sonuca rızadır.
Sonuçta, mahsulatın azına çoğuna bakılmadan şükretmektir.
***
Şu insan türü, kısa yoldan köşe dönmenin ne kadar zor olduğunu anlayamadı.
Kısa yoldan gelse dahi, kısa yoldan gideceğini hiç anlamadı.
Tevhid ehli adının gereğini yapmalı; sabırla “önemli” olana sarılmalı.
Kısa vadeli hazları ertelemeli; zahmetli ve meşakkatli de olsa zor olanı seçmeli.
Fırsatçılıktan, kısa yol takipçisi olmaktan sıyrılmanın zamanı gelmedi mi?
“Size meşakkatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir.” (Münazarat)
Dünyevi-uhrevi, muvaffakiyetin sırrı Bediüzzaman Prensibinde:
“Hazları Ertele, Zahmeti Öncele!”
Acili ertele, önemliyi öncele.
Her zorluk bir kolaylıkla, her kolaylık bir zorlukla beraberdir. (İnşirah, 5-6)
NOT: Bu yazıya katkı verebilirsiniz. Batıdan tercüme edilmiş içi boş hayat derslerini talim etmek yerine, öğrenilmesi gereken “Yasalar”, Bediüzzaman’ın Kur’an’dan aldığı taptaze prensiplerde; neden aramıyoruz?