Bediüzzaman, sadece Komünizmle mi mücadele ediyordu?
Bir dava adamının büyüklüğü, karşısına almaktan korkmadığı, eleştirilerinden ve saldırılarından çekinmediği hasım sayısından belli olur. Ve onları yenebildiği, ilzam edebildiği, bir yönüyle değiştirebildiği, düşmanı olarak kalsalar bile etkileyebildiği ölçüde de davasında haklı olur. Yani bir başka değişle “Ehl-i kemal odur ki, düşmanı bile onu takdir eder.” Bu yönüyle dava adamının manevî dünyasının derinliğini ölçmek isterseniz; o insanın dünyadaki muarızlarının maddî cihetteki kuvvetlerine bakabilirsiniz. Bu size, dava adamının manevî kemalatı hakkında bir fikir verebilir. Hatta pek çok görünmemiş güzelliğin ortaya çıkmasına vesile olabilir.
Bir zamanlar, yurt dışında, Risale-i Nur’u yeni tanıyan bir akademisyenin heyecanlı bir şekilde çevresindekilere şöyle söylediğini dinlemiştim bir ağabeyimden: “Bu Bediüzzaman ne kadar büyük bir âlim! Nasıl şimdiye kadar fark etmemişiz? Fesuphanallah, böylesini hiç görmemiştim. Baksanıza, kitaplarında bütün Avrupa feylesoflarına meydan okuyor.”
Bu tespite hak vermemek elde değil. Hakikaten Bediüzzaman, kanaatimce âlem-i İslam’ın başını yerden kaldıran bir insandır. Bediüzzaman’a kadarki cendereli süreçte Batı ile hep bir musalaha yolu arayan aydınımız, Bediüzzaman’dan sonra daha net ve korkusuz bir şekilde Avrupa’ya hatalarını, kusurlarını söyler hale gelmiştir. Belki üslup itibariyle de Bediüzzaman, Eski Said’den itibaren, felsefî hücumların dehşetinden eğilmeye başlamış olan ulemayı, asrın fitnesine karşı daha dik bir duruşa davet etmiş; hatta davet ne kelime, kendisi bizzat eserleriyle bu yolun taşlarını döşemiştir. Ve ateşli üslubunu, peşinden gelen yeni nesle armağan etmiştir. O, bu yönüyle de hakikaten âlem-i İslam’ın başını yerden kaldıran adamdır.
Ayrıca, eserlerinden takip ettiğimiz kadarıyla görüyoruz ki; mücadelesini sadece bir asrın, bir fikrin karşısına koyarak sınırlandırmamış, bin yıldır birikmiş meselelerin halline; bin şekilde hücum eden fitnenin tamamının ıslahına çalışmıştır. Onu bu yönleriyle bir tamam ihata edemeyenler, elbette kemalini de tam anlamıyla idrak edemezler. Bazıları sadece bir âlim, bazıları sadece bir veli, bazıları ise sadece bir yenilikçi olarak görürler. Bazılarıysa tüm kemalini inkâr ederek “İsyankâr bir şeyh” kisvesini ona giydirirler. Biz, bu tarz düşünen insanlara Bediüzzaman’ın bizzat eserinde karşısına aldığı muhatapları okumalarını ders veriyoruz. Muhatapların sayısı ve çeşidi, bu büyük dava adamının nasıl büyük bir fikir güreşine girdiğini en güzel şekilde ortaya koyacaktır.
Fakat bu noktada şunu da itiraf etmek gerekir ki; dünyada ve ülkemizde de yaşanan bazı kırılmalar, peşinden gelen neslin onu hakkıyla tanımasına da, maalesef, engel oluyor. Hâkim olan fikir ve hâkimlerin muhatap aldıkları düşman nispetinde Bediüzzaman’ın fikriyatı da bazıları tarafından perdeleniyor, ya da perdelendirilmeye çalışılıyor. Ben böyle bir kırılmanın, özellikle altmışlı yıllarından ardından, bazı noktalarda yoğun bir şekilde yaşandığını düşünüyorum. Bunu bütün kesimlere ve insanlara yaymak elbette yanlış… Lakin olmadığını söylemek de tekrar öze dönüş yolunu kapatmak gibi olacağından itiraf ediyorum. İtiraf, istiğfarın kapısıdır.
Mesela; Truman doktrinlerinin ardından tüm dünyada ve özellikle ülkemizde yankı bulan komünizmle Amerikan usulü mücadele, bizim için büyük bir kırılma noktasıdır. Hatta o doktrinlerden seneler önce Türkiye’de şekillenmeye başlayan antikomünist akımlar dahi Amerikan yön göstermesiyle şekil alan bir hale bürünmüşlerdir. Bir yönüyle Amerika ve temsil ettiği sistem; İslam’ın özünde yer alan komünizme karşı duruşu, kendi yolunda istimal ederek etkisi altına almış ve bütün muhafazakâr kesimlerde komünizm “tek şeytan” halini almıştır. (Hâlbuki şeytan tek değildir.) Bütün gösteriler, yürüyüşler, yazılar Rusya ve bağlılarına sataşma, onlarla tartışma şekline bürünmüştür.
Tamam, elbette ülkemize sirayet eden ve kültürümüze de zarar veren bir sisteme karşı mücadele lazımdır. Fakat biz biliyoruz ki; bu mücadele ilmî hüviyetinde kalmamış, maalesef daha sonraki yıllarda kan akıtıcı şekillere de bürünmüştür. Bu, zahirde, İslam’ın komünizmle olan savaşıdır. Ama acaba sadece bu mudur? Başka parmakların başka maksatları olmamış mıdır? Bu sorular bir kenarda bizi beklesin.
Bugün Ergenekon gibi örgütleri konuşurken, meselenin tarihçesini aydınlatmak için Amerika’ya ilk kez gönderilen subaylara kadar uzanıyoruz, öyle değil mi? Bu subayların daha sonraki darbe sürecinde de önemli roller üstlendiklerini görüyoruz. Üstelik bu listede birçok ünlü isim de var. Bunların bir kısmı daha sonraki hayatlarını da böylesi bir mücadelenin üstüne adamışlar. Kalplerini bilemeyiz. Ama şüphelenmeden de yapamıyoruz.
Burada bizi ilgilendiren noktaysa şu: Biz Nur talebeleri kime karşı mücadele ediyoruz? Sadece komünizme karşı mı? Tek muhatabımız o devrin Sovyetler birliği veyahut bu devrin Rusya’sı mı? Bu noktada biraz özeleştiri yaparsak bize ait kalemlerin ve neşriyatların da (bir dönem) neredeyse bir tamam bu mesele üzerine yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Hâlbuki burada çok net bir yanlışlık var. Biz, bizzat mesleğimizin ilk taşlarını koyan büyük âlim tarafından “bin yıldır teraküm etmiş meselelere” çözüm bulmak için buradayız. Hem sadece komünizmin değil, kapitalizmin ve bütün dengesiz düzenlerin eleştirisi için varız. Bir noktada bizim vazifemiz bir kesime veya bir devlete dayanarak başka bir sisteme karşı mücadele vermek değil, bilakis, kimse bize destek vermese de her yanlışı sahibinin yüzüne söyleyebilmektir. Biz bunun davasındayız.
Ben bunları düşünürken Şualar’da bir mektup bana bazı şeyleri ihtar etti. Bakınız ne diyor orada Bediüzzaman Hazretleri:
“Hükümet beni tam himaye ve bana yardım etmek, milletin maslahatına ve va¬tanın menfaatine çok lüzumu varken beni sıkması ima eder ki, kırk seneden beri benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak eden ko¬münist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli birer resmî makam elde ederek kar¬şıma çıkıyorlar. Hükümet ise, ya bilmiyor veya müsaade ediyor diye çok emareler bana endişe veriyor.”
Görüyorsunuz; Bediüzzaman, kendisini sıkan, kendisine karşı mücadele eden insanlardan bahsederken kırk yıldır zaten mücadele edenler ile onlara yeni iltihak olmuş bir kısım komünistleri birbirinden ayırıyor. Ve belki bizi şaşırtan bir şekilde asıl hasımları için başka bir adresi gösteriyor. Zındıka komitesi… İlginç olan bir nokta da şu: Komünistlerin tamamını da kendisine düşmanlık eder görmüyor. Komünist komitesinin bir kısmı, ifadesini kullanıyor. Böyle küçük ayrıntılara dikkat etmek, Bediüzzaman’ın davasını idrak etmek de önemli değil mi?
Eğer muhatabımız sadece komünizm olsaydı, onun yıkıldığı ve fikren artık pek gerilerde kaldığı bu devirde herhalde bizim de vazifemiz tamam olurdu. Fakat bizim başka alanlarımız da var. Hassaten zındıka… Ve ateizmden agnostizme dönüşen bir ilgisizlik hali… Yahut da kâfirlikten çok, günahlardan bir türlü vazgeçemeyen ve dine ilgisiz kalan bir fasıklık durumu... Düzelmek ve düzeltmek noktasında mücadele edeceğimiz çok alan var. Önemli olan dış cereyanların etkisinde kalıp alanımızı daraltmamak, düşmanlarımızı tam takdir edip davamızı o denli büyük tutmak. Özümüzden sapmamak, tahriklere kapılmamak…
Hamiyetimiz nihayetinde davamızın büyüklüğü kadar büyük değil mi? Bize büyük davalar ve büyük hedefler gerek. Birisi yıkıldı diyelim, mesele bitmiyor, şimdi daha büyüğü bizi bekliyor. Onun temellerini sarsmalıyız. Onunla manevî bir harp etmeli, savaşmalıyız. Fakat maalesef bizdeki bu dünyevileşme yok mu, ikincisiyle olan mücadelede beni çok korkutuyor. Acaba komünizmle mücadele edelim derken, biz başka cereyanlara mı kapıldık? Ya da iki pehlivan güreşirken üçüncü birisi ikisine birden zarar mı verdi? Kestirmek güç… Benimse cebimde sadece sorular var.