Bediüzzaman, Cenab-ı Hakkın karşısında hadsiz âciz ve fakir olduğunu çok iyi bilen, anlayan ve O’nun dergâhına iltica eden bir kişidir. Kader ve cüz’-i irade meselesinde (1) iyilik noktasında meyletmek dışında insanın hiçbir katkısının olmadığını ifade etmesi, “bana yazdırıldı” ifadesiyle paralellik arz etmektedir.
Bediüzzaman’da ihlas olmasa, bir “İhlas Risalesi”ni yazması veya kadere tam teslim olmasa, bir “Kader Risalesi”ni yazması mümkün olmazdı. Şahsını nazara verip Kur’an hakikatlerine perde olmayı asla kabul etmeyen ve kendisini üzüm asması ile üzüm arasında aracılık eden “kuru üzüm çubuğu”na benzeterek âcizâne Kur’an’dan süzülen hakikatlere vasıta olduğunu beyan eden bir kişiliğe sahiptir. (2)
Bediüzzaman, genellikle “bana yazdırıldı” ifadesini; isteğinin dışında ve birtakım maddî veya manevî musibetler zamanında yani zındıka komitelerinin Kur’an, iman ve inananlar aleyhine yaptıkları dehşetli planlarını akim bırakacak, onları susturacak ve onları tamir edecek mahiyette olmalarından dolayı kullanma gereğini hissetmektedir.
Bütün varlığı, düşünceleri ve hisleri ile iman ve Kur’an hizmetine yoğunlaşan Bediüzzaman; kalbini, "Rabbü'l-Âlemînin arşı" haline getirerek Rabbinin ilhamına mazhar olmuştur.
Kelamullah olan Kur’an’ın âyetleri dışındaki ilâhî kelimeler ve hitaplar ilhamdır:
“Amma sair kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz'î tecellîsiyle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir (farklıdır). Meselâ, en cüz'îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamatıdır (halkın). Sonra avâm-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır. İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacaat eden bir veli der: “Haddeseni kalbi an Rabbi” Yani, "Kalbim benim Rabbimden haber veriyor." Demiyor, "Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor." Hem der: "Kalbim Rabbimin aynasıdır, arşıdır." Demiyor, "Rabbü'l-Âlemînin arşıdır." Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların (perdelerin) nisbet-i ref'i (kaldırma nisbeti) derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.” (3)
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’ların telifinde büyük bir kolaylık ve inayete mazhar olunduğu gayet açıktır. Basit bir mektubu bile yazarken zorlandığımızı ve bir iki saat uğraştığımızı düşünürsek bir asra yakındır mensuplarının hiç elinden düşürmeden okuyup feyiz aldığı Risalelerin birkaç saat içinde hiçbir kaynağa müracaat edilmeden seri ve kolaylıkla yazılması bunu ispat etmektedir.
Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinin Tetimmesi Olabilir Küçük ve Hususî Bir Mektup’taki şu ifadeler bu mazhariyeti ifade etmektedir: “Âhiret kardeşlerim ve çalışkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Refet Bey, Söz’ler namındaki envâr-ı Kur’âniyede üç keramet-i Kur’âniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise: Birincisi: Telifinde fevkalâde suhulet ve sürattir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektup, iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında mecmuu on iki saat eder-kitapsız, dağda, bağda telif edildi. Otuzuncu Söz, hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte telif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi, bir veya iki saatte, Süleyman’ın dere bahçesinde telif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman bu sürate hayrette kaldık. Ve hâkezâ...” (4)
İnsanın iyilik ve şer cihetinin olduğunu, şerri insanın nefsinin istediğini, iyiliği ise Cenab-ı Allah’ın rahmetinin iktiza ettiğini, iyilik ve icatta insanın hissesinin hiç hükmünde olduğunu belirtmek gerekir.
Kâinatı, insanı, kısacası kullandığımız her şeyi ve iyiliği seçme yeteneğimiz olan cüz’-i ihtiyarımızı ve cüz’-i irademizi yaratıp bize ihsan eden Rabbimizdir. Dolayısı ile bütün bu hiçten ve yoktan yaratılarak bize ihsan edilen bu nimetlerden istifade ederek yaptığımız her şey Allah’a aittir. “En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir.” (5) Diyen ve kendisini bir vasıta olarak tanıtan Bediüzzaman, Risale-i Nur hesabına iyilik ve icat olarak ne varsa, tamamını Rabbine teslim ederek ubudiyetini ilan etmektedir.
Risale-i Nur’ların, rahmet hazinelerinden süzüldüğü şüphesizdir. Bu bir mazhariyettir. Buna layık olabilmek için de gerekli alt yapının olması gerekir. Bediüzzaman, görünürde üç ay gibi çok kısa bir medrese eğitimi görmüş olsa bile yüzden fazla kaynak kitabı ezberleyerek gerekli altyapıyı hazırlamış ve bu rahmete mazhariyete layık olmaya hak kazanmıştır.
Bediüzzaman, yazdığı hakikatlerin kendi fikri ve malı olmadığını, kendi kalbinde de herkes gibi, bazen ihtiyarı haricinde ve fikrinin fevkinde hatırına bir hakikat hutur ettiğini, manevî cânibden bir nevi ilham hükmünde, bir güzel nükte ifham edildiğini ifade etmektedir. (6)
Bediüzzaman’ın eserleri sünûhât-ı kalbiye (kalbe gelen manalar) olup, bütün âlimlerin tasdik ve takdirine mahzar olmuştur. Onun ilmi sadece çalışarak kazanılacak bir ilim değildir. İlminin Vehbî, yani Allah tarafından ihsan edilen çok geniş bir ilim olduğunu, okudukça kendisine cezbeden hârika Nur Risâleleri göstermektedir. (7)
“Bana yazdırıldı” ifadesini destekleyen “kalbe gelen manalar”la yani “sünuhat”la ilgili mevzular aşağıya derc edilmiştir:
“Ne vakit Cenâb-ı Hakkın rahmetinden kalbe sünuhat (manalar) gelse, tedricen (derece derece) size yazılır.” (8)
“Maatteessüf şimdilik sünuhattan başka ilmî mesâille iştigalime mâni bazı haller var. Onun için, sualinize göre cevap veremiyorum. Eğer sünuhat-ı kalbiye olsa, bilmecburiye meşgul oluyorum. Bazı sualler sünuhata tevafuk ettiği için cevap verilir; gücenmeyiniz.” (9)
“Kur’ân’ın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım sûrelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünûhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur’un dahi hakiki madenleri ve esasları ve hakikatlerinin çekirdekleridirler.” (10)
“Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’âniyedir (Kur’an’dan çıkartılan manalardır.)”
(11)
“Fakat, maatteessüf, bir iki senedir telif vazifesi tevakkuf etmiş (durmuş). Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat,zuhurat, ihtarât ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakikî kalmamış ki, telife sevk olunmuyoruz.” (12)
“Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü, … Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtlarısünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.”
“Molla Said, Bitlis’te iken on beş-on altı yaşlarında idi; henüz sinn-i bülûğa vasıl olmuştu. O zamana kadar bütün malûmatı "sünûhat" kabîlinden olduğu için uzun uzadıya mütalaaya lüzûm görmezdi. Fakat, o zaman sinn-i bülûğa vasıl olduğundan mı veyahut siyasete karıştığından mı, her nedense, eski sünûhat yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bunun üzerine her türlü fenne ait eserleri tetkike koyuldu.” (13)
Bir de Bediüzzaman’ın kesbî (çalışarak elde edilen) ilmi ile vehbî (Allah tarafından ilham edilen) ilmi konusunda şahitlik eden ve çağdaşları olan değerli şahısların sözlerine bir göz atalım:
Bayram Yüksel anlatıyor:
“1961'de Mustafa Polat'la merhum Hasan Basri Çantay'ı ziyarete gitmiştik. Mustafa Polat; Neden Üstad tarzında eser yazmadınız?” diye sordu. O da;
“Kardeşim, sizler Üstadın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorsunuz. Kimse Üstadla mukayese edilemez. Onun kulağına üfleyen vardı. Onun fiş takacağı yeri vardı. Bizim fiş takacak yerimiz yok.”
"Kardeşim, sizi tebrik ederim. Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Bizler korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nurları te'lif etmeye başladı; hem Türkiye'de okuma çığırı açtı, hem de hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlâsı, onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı her şeye galip geldi.”
Mehmed Kırkıncı Ömer Nasuhi Bilmen’den naklediyor:
“Bediüzzaman ile Darü’l-Hikmetü’l-İslamiye’de iken tanışmıştım. Bütün İstanbul ulemasının takdirlerini kazanmıştı. Ben bizzat birkaç kez sohbetinde bulundum. O dönemde yazdığı bütün makalelerini okudum. Fikirlerinde fevkalade bir tesir vardı. Telif ettiği eserlerden yalnızca Sözler isimli eserini mütalaa ettim, harikulade bir eserdi. Doğrusu ilm-i kelamda bir tecdit hareketi yaptı. İmanın bütün rükünlerini kemal-i vuzuhla ortaya koydu. Cenab-ı Hak bu millet-i İslamiyeyi sahipsiz bırakmamıştır. Her asırda büyük müçtehitler, mücedditler ve mürşitler göndermiştir. Bediüzzaman da o zatlardan birisidir. O, cebir ve kuvvetin, zulüm ve tahakkümün hüküm-ferma olduğu bu devirde gönderilmiştir.”
Bayram Yüksel anlatıyor:
“Bir zaman Profesör Ali Fuat Başgil, 'Üstadın ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle Üstadın ilmi mukayese edilemez. Üstada Cenab-ı Hak öyle bir ilim nasib etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabarıyor. Bir deniz ki içine girdikçe giriliyor. Bundaki ilmin ucu bucağı yoktur. Diğer eserleri, ilimleri müstesna, yalnız Türkiye'de Osmanlı lisanını muhafaza ettiği kâfidir. Çünkü onun eserleri aynı zamanda Osmanlı lisanını muhafaza ediyor' demişti.
Eski Diyanet Reislerinden Hasan Fehmi Başoğlu, Hz. Üstadı meşrutiyette tanımış ve onu ziyaret imkânı bulmuş ve Bediüzzaman hazretleri ile tanışmasını şöyle anlatıyor:
“Ben Meşrutiyette Fatih medresesinde okurken, Bediüzzaman hazretlerinin İstanbul’a gelip, bir handa yerleştiğini ve hatta odanın kapısında; ‘Burada her müşkül hallolur, her meseleye cevap verilir. Fakat sual sorulmaz.’ diye levha astığını işittim. Bu hale bir türlü akıl erdiremedim. Bediüzzaman hakkında sitayişkâr sözleri mübalağa kabul ediyordum. Ulema ve talebe gruplarının kendisini ziyaret ve hayranlıklarını işitince tevali eden tavsiyeler üzerine bende de bir ziyaret arzusu uyandı. Kat’i karar verdim ki; en güç ve en ince meselelerden sualler tertip edip sorayım. Ben de o zaman medresenin ileri gelenlerinden sayılıyordum. Nihayet bir gece en müşkül ilm-i kelam meselelerinden gayet derin ve birkaç kitapla ancak izah ne ifade edilebilen birkaç mevzu seçtim, ziyaretine gittim. Suallerimi tevcih ettim. Aldığım cevaplar çok harika ve acip olmuştu. Aynen benim hazırladığım tarzda, sanki akşam beraber imişiz ve kitaplara beraber bakıyormuşuz gibi cevaplar verdi. Ben tam tatmin oldum. Ve bizzat anladım ki; onun ilmi, bizimki gibi kesbi değil, Vehbi idi.” (14)
Sözü yine Bediüzzaman’ın kendisine bırakıyoruz:
"Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım; çekirdek gibi çürüdüm, gittim. Risale-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin tefsiridir, mânâsıdır. Hemen herkesin dediği gibi ‘Hatırıma geldi.’ yahut ‘Fikrime geldi.’ yahut ‘Fikrime ihtar edildi.’ gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: ‘Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden.’ demektir.” (15)
Görüldüğü üzere Bediüzzaman’ın Vehbi ilmine şahitlik eden âlim zatlar olduğu gibi bizzat Risale-i Nur’ların kendisi de buna şahittirler. Dolayısı ile onun Allah’ın inayeti ile yazılmış veya yazdırılmış harika eserler için; “bana yazdırıldı” demesi Rabbini ve sonuçta da kendini bilmesi anlamına gelmektedir. Ayarıca her risalesini Allah’ın Bakara Sûresi: 32. âyette dikte ettirdiği; “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” mealindeki “Sübhaneke lâ ilmelenâ illâ mâ allemtenâ inneke ente’l-alimü’l-hakîm.” Kelamıyla bitirmesi başka söze ihtiyaç bırakmamaktadır.
Kaynaklar:
- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler 427, Y.A.N. İstanbul
- A.g.e., s: 436
- A.g.e., 123
- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Sayfa 343, Y.A.N. İstanbul
- Nursi, Bediüzzaman Said, Lemalar, 11. Rica, s: 240, Y.A.N. İstanbul
- Nursi, Bediüzzaman Said, Sirâcü'n-Nûr - s.2303
- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Sayfa 709, Y.A.N. İstanbul
- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Sayfa 377, Y.A.N. İstanbul
- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem'alar, Sayfa 93, Y.A.N. İstanbul
- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, Sayfa 212, Y.A.N. İstanbul
- A.g.e., Sayfa 615
- Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, Sayfa 163, Y.A.N. İstanbul
- Nursi, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 40, Y.A.N. İstanbul
- forum.ilkvahiy.net/.../bazi-alimlerin-said-nursi-hazretleri-hakkindaki-gorusleri-12900
- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, Sayfa 361, Y.A.N. İstanbul