Bediüzzaman ve Akif, Camiden Topluma Sosyolojik Reçeteler: Hutbe-i Şamiye, Fatih ve Süleymaniye Kürsüsünde
Bediüzzaman Said Nursi ve Mehmet Akif, iki büyük insanın hayatları ve mücadeleleri birbirine çok benzer yönler taşır. Her ikisi de milli mücadele içinde önemli çalışmaları olmuş, milli mücadele eşhası ile birlikte çalışmış daha sonra yollarını ayırmışlar. Bediüzzaman Barla’ya sürgün edilmiş, Akif de etrafında cereyan eden nahoş olaylar ve anlaşılamaması yüzünden ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış, ömrünün önemli bir kısmını Mısır’da geçirmiştir. Bunların yanında her iki insanın da toplum karşısındaki tezlerini, argümanlarını Cami’den hareketle yaptıklarını görüyoruz. Bediüzzaman Şam’daki Cami-i Emevi’den, Akif de Süleymaniye ve Fatih Cami’lerinden topluma hitab ederler.
Hutbe-i Şamiye Bediüzzaman’ın otuz beş yaşında Şam’da Şam ulemasının ısrarı üzerine Cami-i Emevi’den irad ettiği bir hutbesidir. Şam da bir hafta içinde iki defa tab edilmiştir. İçinde yüz ehli ilim bulunan on bine yakın insana yapılan bir hitaptır. Aslında hitab on bin adama değil, bütün İslam dünyasına ve dünyayadır. Eser bir hutbe değil, bir sosyolojik tahlil reçetesidir. Bizim klasik hutbe anlayışımız içinde değil, Bediüzzaman’ın hutbe anlayışına göre biçimlendirilmiştir.
Mehmet Akif “Süleymaniye Kürsüsünde” isimli eserini, bir kurmaca metin olarak yazmıştır. Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’si ile Akif’in bu eseri sosyolojik nitelikleri ile benzerlikler taşırlar. Akif kar’i dediği okuyucusu ile İstanbul’da Köprü’den hareketle civarı seyredip tedkik ederek Cami’ye gelirler. Akif ve halkı temsil eden okuyucusu mabede girdikten sonra kürsüde bir şahsı görürler. Kürsüde insanı etkileyen bir “pir” oturmaktadır. Akif o şahsı tanıtır, tasvirini yapar. Daha sonra şahıs konuşur:
Beni kürside görüp vazedecek sanmayınız
Ulemadan değilim, şeklime aldanmayınız!
Dinin ahkamını zaten fukahanız söyler,
Anlatırlar size bir müşküliniz varsa eğer
Bana siz alem-i İslamı sorun, söyleyeyim
Çünkü hiç bir yeri yok gezmediğim görmediğim
Şark-ı Aksa’dan alın, Mağrib-i Aksa’ya kadar
Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var. (Safahat, 150)
Mabed’deki Pir ile Bediüzzaman dinin ahkamını değil, Alem-i islam’ın durumun tahlil ederler.
Akif’in “Fatih Kürsüsünde” isimli eseri de yine Fatih Cami’inden hitaptır. Burada da iki arkadaş Fatih yolundan hareketle çevreye dikkat ederek, bazı konularda fikirler yürüterek ünlü mabede gelirler. Vaizi kürsüde bulurlar ve dinlemeye başlarlar. Vaiz Peygamberimize (asm) salavat ve dua ile konuşmasına başlar ve Araf suresinin “Onlar Allah’ın göklerdeki ve yerdeki kudret ve hakimiyetini görmüyorlar mı?” ayetini açıklamaya başlar. Akif bu vaaz vasıtasıyla kozmik dünyanın ve alemin gidişatından mantıki delillerle insanı çalışmaya örgütleyen bir yorum düzeni ile konuşur.
Beka’yı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir,
Çalış çalış ki beka say’ olursa hakkedilir.
Bundan sonra alemdeki faaliyete fenni bir gözle Bediüzzaman tarzına yakın bir gözlemle konuşur, alemin gidişatından çalışmaya teşvik yapar.
Kamer çalışmadadır. Gökle yer çalışmadadır
Güneş çalışmada seyyareler çalışmadadır
Didinmeden geri durmaz nücum-ı gisudar
Bütün alın teridir durmayıp yağan envar
Yabancı sanmayınız seyredip de ecramı. (Safahat 228)
Uzun eserde şair İslam dünyasının ülfet ettiği, yanlış anladığı hakikatleri sorunları gözden geçirir ve öğlen ile ikindi arasında yapılan konuşma dua ile sona erer.
İkindi oldu mu yahu ? Nedir bu salli sesi?
Evet ikindi Gelin bari bir dua edelim
Kabul eder diyelim…Hakk’ka iltica edelim
Ya Rab bizi kahretme helak eyleme… Amin. (Safahat 276)
“Süleymaniye Kürsüsünde” Ocak-Ağustos 1912’de, “Fatih Kürsüsünde” Temmuz 1914’te yazılmıştır. Hutbe-i Şamiye’nin tarihi ise 1911’dir. Bediüzzaman’ın hutbe iradı ile Akif’in iki eseri arasında birincisinde bir yıl, diğerinde ise üç yıl vardır. Bediüzzaman’ın hutbesi daha önce verilmiştir. Birbirlerinden etkilenme vaki ise; Akif, Bediüzzaman’dan bir yıl sonra ilk eserini ortaya çıkarmıştır, diğerini ise üç yıl sonra. Bediüzzaman sefaretnamelerden, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanından sonra en geniş içerikli sosyal bir reçete ele almıştır. Çünkü o bozulma ve çözülmeye, geri kalmaya her konuda olduğu gibi burada da ferd ekseninden topluma ve devlete giden bir perspektif kullanır. Tanzimat Fermanı bozulmanın hukuki, askeri, toplumsal nedenleri üzerinde durur, ferdi bakış çok zayıftır.
Bediüzzaman Reşit Paşa’dan, Ziya Gökalp’ten daha hakimane konuşan bir büyük sosyolog ve toplumsal reçete sahibidir, bir tabib-i din ve devlet ve millettir. Böyle bir karşılaştırmayı daha sonra yapacağım.
Akif de Bediüzzaman da İslam dünyasının sorunlarını problemlerini cemaatle konuşurlar. Akif de genel sorunları anlatır, Bediüzzaman da. Ancak Bediüzzaman daha kuşatıcı nedenleri tesbit etmiştir. Bir insan bazında toplumsallığın alt zeminindeki psikolojik nedenlerden hareket eder. Çünkü kişiliği bozulan ve dejenere olan insandır, bu dejenere insan, cemiyet binasının taşı olarak bozuksa ona bağlı olarak diğer kısımlar da gelişmeyecektir.
Ümitsizlik hem şahsi bir sorun, hem de toplumsal bir sorundur. Ümitsiz bir insan bir faaliyet yapamaz, buna bağlı olarak ümitsiz insanlardan oluşan bir toplum da kollektif faaliyet yapamaz. İmparatorluk bir siyasi birliktir, Osmanlı’nın dağılması onu meydana getiren milletler topluluğu arasındaki siyasi ilişkilere sıdkın yerine kizbin girmesidir. Yalan bir kişiyi batırdığı gibi bir toplumu, milletler topluluğunu da çözer. Bu söz o dönemin yüz yıllık devletler arası ilişkileri , Osmanlıyı oluşturan Müslüman ülkeler arasındaki ilişkileri de ülkelerdeki siyasilerin anlayışını da bilen biri tarafından bir tarih felsefesi olarak söylenmiştir.
Hutbe-i Şamiye’yin temel tahlil ve mukayese araçları içinde tarih özel bir yere sahiptir. Özellikle İngiliz siyaseti Osmanlı'yı meydana getiren ülkeleri içten içe kemirmiş ve vaat edilen menfaatler sıdkı öldürmüştür, garip Osmanlı ihanetlerle yüz yüze kalmıştır. Sevgi mizacı gereği yayılan bir yapıya sahiptir. Ama “kötü haber tez yayılır” misali düşmanlık hisleri daha çok sevgi ile karşılanmış. Bu yüzden ferd ve ona bağlı sosyolojik birliktelikler ta devlete kadar bu düşmanlık hissine mağlup düşmüştür. Yine insan merkezli topluma açılan bir hastalık da Müslümanları birbirine bağlayan nurani rabıtaların işlerliğini kaybetmesidir.
Bediüzzaman ferdden hareketle aileyi, mahalleyi, şehri, devleti koruyacak esaslar üzerinde düşünür. Bu hükümler evvel emirde müminleri daha sonra bütün insanlığı ilgilendirir. Çeşit çeşit sari/salgın hastalıklar türünden istibdad da yine ferdi ve toplumsal bir hastalıktır. Bizim fikir ve sosyoloji tarihimizde, edebiyatımızda böyle genel ve insan merkezli bir düşünce ve tahlil yoktur. Dolayısı ile Hutbe-i Şamiye insanın kalkınmasının ve toplumsal kalkınmanın gündemden düşmeyen ebedi reçetesi ve tedavi vasıtasıdır.
“Süleymaniye Kürsüsünde” isimli eserde konuşan şahıs İstanbul’a gelmiştir. İzlenimlerini anlatır, saltanatı bin maskaralık ve felaket ve rezalet olarak görür. Padişah ve çevresindekileri birer kukla ve kuklacı olarak niteler. Nerde bir maskara sivrilse ya yüksek bir rütbe sahibi olur ya da vezir/bakan. Milletin ne işi vardır, ne de ekmek parası. Kışla, daire, mektep, medrese yok, ne kılıç, ne de kalem vardır. Askerde terbiye yoktur, biri miras gibi ferik olur, birinin ömrü askerlikle geç er. Alimler ana karnında icazet alır. Bir sarık sardı mı kazasker veya bakan olur. Bakanlar jurnalici, müzevir ve adidir. Güç okuyan, yazma bilmeyen bir hırsızlar çetesidir. Halk da “neme lazım” der gider. Uyanın diye halka seslenir onlar ise devlet düşünsün der, dindeki yozlaşmayı “din garip doğmuştur” diye seyrederler. Halk İsrafil’in Sur’unu duysa azıcık deprenecek kadar uykudadır. Seyyah Rusya’ya gitmiş oradaki Müslümanları, Türkistan’ı görür eleştirir. Buhara, Semerkand, Çin ve Mançurya’yı dolaşır, aksaklıkları eleştirir.
Kimse Kur’an ile kendini tedavi etmez, “böyle gördük dedemizden” der. Kur’an’ın kapağını açıp bakarlar ya da ölüye okur geçerler, Kur’an onlar için fal bakmak ve ölüye üflemek için inmiştir. Japonları ideal millet olarak bulur. Sonra İstanbul’a gelir, hürriyet ilan edilmiştir, her taraf naradan çalkalanır, eli bayraklı alaylar sokaklarda dolaşır. Dairede devlet yoktur, halk da iş. Şehir sanki Çamlıbeldir, zabıta yok rabıta yoktur. Her millet kendi ırkını bağımsız yapmak için çabalar. Birbirine düşmüş milletlerin arasından yabancıların siyaseti çıkacaktır. Fikir adamları ile halkın arası açıktır. Edipler batının fuhşunu anlatır, ne meslek vardır ne de meşreb. Aydınlar dini anlamamıştır, dini gelişmeye engel görürler. Hem ahmak hem de korkaktırlar. Müslümanların kendi ruhi mahiyetlerine göre düşünmesini ister. Konuşan şahıs bu eleştiriler yumağını dua ile bitirir.
Müslüman mülkünü her yerde felaket vurdu
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu
Bu da çiğnendi mi çiğnendi demek Şer-i Mübin
Haksar eyleme ya Rab onu olsun.. Amin
Velhamdülillahirabbilalemin. (Safahat,180)
Akif olaylarda, kötü örnekleri anlatır, anlatırken iyi örneklere göndermede bulunur. Bediüzzaman ise bütün bu kötü örneklerin insanda ve cemiyetteki psikolojik ve kişilik özellik eksikliklerine vurgu yapar. Akif ümitsiz bir eda ile konuşur, Bediüzzaman ise bütün menfi olayların üstünde bir ruh sağlamlığı ile tahliller yapar ve tedavi çarelerini gösterir.
İslam dünyası hastadır, iki büyük adamın da temel tesbiti budur. Hem insan olarak, hem toplum olarak, bu yüzden büyük bir heyecanla ve rahatsız bir ruh hali ile, endişe ile olayları tahlil ederler. Bediüzzaman bulduğu aksaklıklara Kur’an eczanesinden çareler üretir. Ümitsizliğe bedel, emel yani rahmet-i İlahiden ümit etmek. Bu ümidi geleceği ümitli bir gözle yorumlayarak ortaya koyar.
Bediüzzaman çok geniş ve ihatalı bir yorum yapar, o batı felsefesinin tarihini, metinlerini gözden geçirmiş ve nihilizm ve ateizmde noktalanmış bir felsefe dönemini, savaşları netice veren din ve felsefe yetersizliğini görmüş ve izlemiştir. Gerek sair dinler ve gerek hakikat ürettiğini zanneden felsefe ve yanlış yorumlanan fen topluma çare olmamıştır. Bu yüzden Bediüzzaman Kur’an ve iman hakikatlerinin yapısal üstünlüğünü mukayese ederek görmüş ve şu neticeye varmıştır. “İstikbal yalnız ve yalnız islamiyetin olacak. Ve hakim hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.” Bu tesbitini bir davaya dönüştürür, bir buçuk burhan ortaya koyar, yukarıdaki iddiasını daha şumüllü yineler. “İslamiyetin hakaiki hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.” (Külliyat 2 1962) İslamın mazi kıtasını istila etmeyişine engel olan durumların ortadan kalkmakta olduğunu belirtir. Cehalet ve taassub, marifet ve medeniyetle ortadan kalkmaktadır.
Bizim istibdadımız ve kötü ahlakımız da bir engeldir, bunlar da zamanla tesirini kaybedecektir. Bediüzzaman çereler bahsinde fen, hakiki marifet ve medeniyete büyük önem verir, özellikle fen konusuna dikkati çeker. Bütün eserleri fenni bakış açıları ile dinin bakış açılarının zararsız örneklerini verir ve islamı batı karşısında aziz bir duruma getirir. Bediüzzaman ve Akif dışında dönemin üdeba ve fikir babaları ırkçılıkla karar kılmışken onlar farklı düşünürler.
Bediüzzaman’ın yarı bürhanı öncekilerden daha derinlikli ve bağımsızdır. Estetik ile fen arasında bir bağlantı kurar, bu fencilerin de estetik tarihinin büyük teorisyenlerinin de akıllarından geçmeyen bir tesbit ve gözlemdir.
“Fenlerin casus gibi tedkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki kainatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve Sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kainata ait fenlerden her bir fen, külli kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki ondan daha mükemmel akıl bulamıyor. Mesela, tıbba ait teşrih-i bedeni insanı fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi külli kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sani-i Zülcelalin o nevideki nizamında mucizat-ı kudretini ve hikmetini ve ‘ahsene külli şeyin halaka’ hakikatını gösterir.” Bu yorum düşünce, bilim, fen ve estetik tarihinin, edebiyat tarihinin varamadığı bir büyük yüksekliktir. Ama hakikaten Bediüzzaman çok büyük bir perspektiftir, külli bir bakıştır.
Araştırmaların da vardığı nokta yine bu kötülüğün ikincil ve mukayese karakteridir. Burada Bediüzzaman laboratuardan konuşur, çünkü araştırma laboratuardan doğar. Ama burada ikili bir laboratuvar vardır, onun kafası ve bilimin, fennin laboratuvarı, ikisi onun sentez gücü ile birleşir. İstikra-i tamme ve tecrübe-i umumi, deney ve gözlemdir. Batının ilminin iki önemli kaynağı. Bunlara göre kainatta asıl hüsün ve güzellik, çirkinlik ise cüzidir ve güzelliğin farkında olunulması için bir mukayesedir. Çünkü o; “Çok güzellikleri netice veren bir çirkinlik de dolayısı ile güzelliktir.” der. Bu şekli ile Hutbe-i Şamiye soylolojik olduğu kadar dini, estetik ve fenni bir risale özelliği de taşır. Çünkü burada estetik ve fennin bakışı ile sosyal yapı ve din farklı bir mahiyet kazanır.
Üç büyük cami, iki büyük insan, Bediüzzaman Şam’dan konuşur, kader-i ezelinin tesbit ettiği bütün İslam dünyasına bakan bir mekandan. Akif ise İstanbul’dan konuşur, her iki insan da hakim bir yerden bakar ve genel düşünürler, önemli mekanları ve Müslümanların ilgisini çeken mekanlardan konuşurlar. Bediüzzaman bütün İslam dünyasına gör ekonuşur, konuşmanın yapısal karakteri o günden ziyade bu güne dönüktür. Türkiye ve onun yolunda gitmeye karar vermiş, despotik liderlerden kurtulan İslam dünyası tam Bediüzzaman’ın muhatabı olacak bir duruma gelmişlerdir. Bediüzzaman güncelliğini her zaman koruyan bir büyük klasik olarak düşünür. O her zaman klasiktir. Modası geçmiş hiçbir düşüncesi ve yorumu yoktur. Ne gariptir ki onun dışındakiler artık köhnemiştir.
“Fatih Kürsüsünde” isimli eserde, köprüye gidinceye kadar gözlemler, güncel eleştiriler vardır. Astronomiden hareketle insanı çalışmaya teşvik eden bir metin vardır. Akif bir fen adamıdır, Bediüzzaman gibi fenni bir gözlükle alemi özellikle bilimleri ve semayı yorumlar. Bediüzzaman “iktikra-i tam ve tecrübe-i umumi” der, Akif ise “rahle-i tedkik”.
Konulsa rahle-i tedkika hangi bir mevcut
Olur tekasüfü bir say-i daimi meşhud
Ademle karşılayan zıd vücut olur, demeyin
Onun mukabil olan kutbu saydir, sayin
Gezip dolaştığı ıssız, çorak feza-yı adem
Bakarsınızki çıkarmış vücuda bir alem. (Safahat, 318)
Mikroskobik bakışlarla varlığı yorumlar:
Alın da bir küçücük taş ziya-yı ilme tutun
Bütün nikatını evvelce sonra kalkın onun
Bakın vücuduna bir hurdebin alıp lakin
Bu hurdebin olacak kendi nuru idrakin
Zemin kadar büyütün asüman kadar büyütün
Hülasa, koskocaman bir cihan kadar büyütün. (Safahat, 232)
Bediüzzaman gibi din ve fen izdivacı ile yapılmıştır. Bahis daha sonra sosyal eleştirilere dönüşür. Tembellik umumi bir hastalıktır, hem ferdi, hem de toplumsal bir arızadır. Hiçbir ironi düzeyi olmayan açıkça ve ağır eleştirilerden oluşur. Devlet de dilenci olmuştur, kimsenin yanında itibarı yoktur.
Şimale doğru gidersin; Soğuk bir istikbal
Cenuba niyet edersin; Açık bir istiskal. (Safahat, 241)
Kaderin yanlış anlaşılmasını düzeltmek için sahabe asrından örnek verir. Sadi’den hikayeler nakleder. Konu tevekküle geçer, izah edilir. Olaylara karşı içtihad edecek kişiler yoktur, ne kitap, ne sünnet, ne de icmadan anlayacak kimse yoktur. Hazret-i Mevlana’dan olaylar nakleder. İslam dünyası, batının gölgesinde zulmüyle yaşar. Halkı kategorize eder, avam uykusuna devam etmektedir. İkinci gurup cemaat ümitsizliğe düşmüştür. Üçüncüler aydın gençlerdir, sefihtirler. Dördüncü kısım ise cahil sefihlerdir. Çalışmayan, gününü orta oyununda, tiyatroda , sinemada geçirenlerdir. Eleştiriler dizisi dua ile biter. Şair ümitsizdir.
Kur’an ayak altında sürünsün mü ilahi
Ayatının üstünde yürünsün mu ilahi
Haç Kabe’nin alnında görünsün mü ilahi ?
Çöksün mü nihayet yıkılıp koskoca din?
Çektirme ilahi bu kadar zilleti. Amin
Velhamdülillahirabbilalemin. ( Safahat, 276)
Mehmet Akif ve Bediüzzaman Said Nursi, camilerden topluma seslenirler. Bediüzzaman olayları yöneten esaslara, kaybedilmiş yüksek düsturlardan bakar olaylara, Akif ise, kötü örnekleri tahlil eder, fars düzeyinde eleştirir. Şair bir ümitten mahrumdur, her ne kadar ümit konusunda, yesin bir bataklık olduğunu düşünürse de bedbinlikten kurtulamaz. Akif ve Bediüzzaman milleti diriltmek ve yeni bir ruh ortaya çıkarmak için konuşurlar. Edebiyatımızın iki büyük kalemi siyaset kürsülerini, salonları, yemekli toplantıları değil, camiyi seçmişlerdir, milleti organize etmek için.