Ömer Faruk Kaya’nın haberi
RİSALEHABER – Diyarbakır Kültür Merkezi’nin düzenli olarak gerçekleştirdiği Üniversite seminerleri kapsamında “Tabiat” konusu Fatih Beyaz tarafından sunuldu. “Tabiatın hakikati”, “Bediüzzaman Hazretlerinin tabiat anlayışı” ve “İki hikmet anlayışı” başlıkları altında işlenen seminerin içeriği şu şekilde:
1)TABİATIN HAKİKATI
Bir arkadaşımın hayatının dönüm noktası olan Haşir Risalesinin denizinden bir damlası olan bir cümlesi onun hayatının akışını değiştirmiştir. Sonra bana bir inayet- i ilahiye nev’inden şu fikir bende uyandı. Bir insanın imanını kurtulması için Risale-i Nur’un bütün hakikatlerine nüfuz etmesi gerekmez. Bazen bir cümle dahi yetebiliyor. Delil mi isteriz işte ikinci şua ve otuz üç pencereler.” Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşaallah.”
“Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektub, imânı olmayanı inşaallah imâna getirir, imânı zayıf olanın imânını kuvvetleştirir, imânı kavî ve taklidî olanın imânını tahkikî yapar, imânı tahkikî olanın imânını genişlendirir, imânı geniş olana bütün kemâlât-ı hakikiyenin medârı ve esası olan mârifetullâhta terakkiyât verir, daha nurânî, daha parlak manzaraları açar.”
Ancak tek şartla ki Risale-i Nur’daki yüksek derin kudsi hakikatleri nazar-ı sathi ve ülfete feda etmemek lazım gelir. Bunda da temel prensip aslında saffet ve samimiyet olması Risale-i Nur’un bizden istediği budur aslında… Tıpkı Bir üniversite kapısında bekleyen güvenlik memurlarının bizden teminat almak için bizi sorgulaması gibi…
Bu zamanda Risale-i Nur teşhisi koymuş ve reçeteyi de beraberinde sunmuştur. Her bir hastalık gibi ve ona verilecek ilaç farklı olduğu için zamanların ve farklı toplumlarında kendine göre hastalıklı ve ona uygun ilaçları vardır bu asırda da Risale-i Nur olduğu için baş ağrıyor diye mide ilacı alsak ne kadar zararlı olduğunu kıyas edebiliriz.
Medenilere galebe çalmak ikna iledir metoduyla en muhkem kaleleri olan tabiatı zir ü zeber etmiştir. Çünkü eğer yanlış teoremlerle hareket edilse doğruluğa ulaşılmaz. Doğru metodla yanlış sonuca varılır. Başarılı bir ameliyat yaparsınız fakat hasta ölür. Teşhis yanlışsa doğru yöntem yanlış vakada uygulandığı için ölümle sonuçlanır.
Risale-i Nur’un büütün hakikatleri şirki yerle bir etmiştir. Mesnevi-i Nuriyede de geçen o harika cümle Risale-i Nur’un nasıl bir eser olduğunu gösteriyor. “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin alem-i İslamdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir.”
Şöyle bir giriş yapmak gerekirse;
Tabiat lügatte tabii olan doğa manalarına gelen, cansız ve canlı nesnelerden oluşan kendini sürekli yenileyen durağan olmayan ya da büyüme gelişme ve farklılaşma üçgeninde gelişen kainatta cari olan kanunlardır. Ama bir şeye dikkat ettim burada ehl-i dalaletin nazarında “”kendiliğinden meydan gelen” tabiri kullanılmış. Yani aslında tabiatın “muvazzaf bir asker” olduğunu unutup asıl icat eden tabiat olduğunu ifade etmişlerdir. Ama bakıldığında ehl-i iman nazarında tabiatın aslında bir asker olduğunu yaratma kabiliyeti olmadığını her şeyin bir Kadir-i Mutlakın eliyle işlenmiş kainattaki kanunlar mecmuası olarak ifade ederler.
Mesela tabiatperestler doğada esbap ve tabiatı referans alırlar. Bir ağacın yaratılması bir çiçeğin meydana gelmesi gibi tabiatı referans alırlar. Dışardan müdahaleyi redderler. Aslında işin esası böyle olmayıp zerattan seyyarata kadar her mevcudun ince bir hassas bir ölçüyle meydana geldiğini her şeye hakimiyeti olmayan –velev- bir çiçeğe bile hiçbir şeye Rab ve Malik olamayacağının altını çiziyor Üstad hazretleri. En ufak bir şeyin yapılmasında dahi üç önemli sıfat karşımıza çıkıyor. ilim, irade, kudret sıfatlarına şamil olması lazım. Bu üç sıfat her yerde karşımıza çıkıyor.
Tabiatta aslında bir perde olup Kudreti sonsuzun eliyle işlenmiş bir dantela, Cenab-ı Hakkın elinde bir kanun ve onun hikmetlerini terennüm eden bir kitaptır. Burdan Üstadımızın “dünyanın üç yüzü” var hakikatı ortaya çıkıyor.
Yani aslında tabiat; tam olmamakla kitab-ı kebir-i kâinattır, dünyanın üç yüzünden esma-i ilahiye ve ahirete bakması cihetiyle bir kanundur.
Başka bir deyişle tabiat; nasıl ki bir devletin bütün idaresini içinde barındıran bir anayasa ve kanunlar mecmuasıdır öylede şeriat-ı fıtriyedir şari’ olamaz denmesi bu kâinatta olan kanunlar mecmuasıdır.
Tabiat Risalesindeki o harika örnek hakikaten çok mühim ve vurucu. İşte hali sahraya kurulmuş muazzam bir saray ve o sarayın idaresini her şeyini içinde barındıran bir kanun. Bu koca sarayda ne kadar o saraydan büyük ve muntazamsa bu koca sarayı tabiat yapmıştır diyen adam daha ziyade bedbahttır. Onun için tabiat bir kanundur kanun koyucu değildir.
Yine Risale-i Nur’dan aklıma gelen bir örnekle anlatmaya çalışacağım. “Ve keza, ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusülle olur.” Burada bir pencere dahi açıldı ki aslında bu tezahür sadece irsal-i rusülle değil külli muarriflerledir. İşte tabiatı içinde barındıran kitab-ı kebir-i kainat ve muavenetine yardım eden onu tarif eden resül ve onu yazan ve icad eden katip.
İşte bütün bunlardan sonra bu meşhur ve harika vecizeyi söylersek yerinde olur.
Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi' değil. Nakıştır, nakkaş değil. Kabildir, fâil değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil…
2)BEDİÜZZAMANIN TABİAT ANLAYIŞI
Bu başlıkta aslında Tabiat Risalesine bir bakış sunmaya çalışacağız.
Bu konuya girmeden evvel Üstadımızın tabiatperestlere ehl-i şirk hakkında kullandığı ve ilgimi çeken bazı beyanlarını söylemek istiyorum. Çünkü ilk başta müddeinin böyle iddaalı bir şekilde konuşması ve sırtını Kur’ana dayaması ve hiçbir şeyden perva etmeyerek bu hakikatları işte sesim yetişse bütün küre-i arza…..
Muhalif felsefeyi beş paraya saymam ifadesi, Ehl-i felsefeye meydan okuması.
Çünkü, Kur'ân-ı Hakîmin kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalelerini zir ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah'ın tevfikiyle, beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlûp edemezler.
İşte hakiki imanı elde etmiş olduğunun neticesi olark kainata meydan okuması. İşte ahmak sofestailer, ey ahmak’ul humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmaklar ahmaklık ve divanelik bazı kıyaslamalar da yapıyor Üstadımız eşek muzaaf bir eşekliğe girse vs. demekle davalarının ne kadar asılsız olduklarını gösteriyor. Onları odun yığını dolma bilgilerle ifade ediyor. “zulmetli münevverler”, “Nur-u akıl kalbden gelir”, Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler:/ Ziyâ-i kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. / O nur ile bu ziyâ mezc olmazsa zulmettir; / zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
Tabiat Risalesinde bunu çokça görüyoruz. Bir kaç örnek vererek bitirecez.
Evet madem mevcudat var inkar edilmez. Biliyoruz ki her mevcut sanatlı ve muntazaman vücuda geliyor. Burada sofestailere ve benzeri bazı güruhlara da hususi sesleniyor.
Bu hayvanı yahut bir çiçeği ya sebepler yapıyor diyeceğiz, ya kendiliğinden oluyor diyeceğiz ya tabiat yani vücuduna ait kanun ve kuvvetler ya da Kudreti sonsuz bir el tarafından yapıldığını söyleyeceğiz. Diğerlerinin muhal olduğu gösterilerek Tevhid hakikati ispat edilmş oluyor. Dört yoldan başka yol yoktur.
Tabiat öncede arz ettik bir kurallar ve kanunlar mecmuasıdır. Kainatta Cenab- ı Hakkın esma ve sıfatlarını terennüm edem bir kitaptır. Tabiat Risalesinde harika bir temsille tabiatın asıl ne olduğu mahiyetinin ne olduğunu izah ederek aslında tabiatın bir gücü bir etki etme gücünün olmadığını bizlere göstermektedir. Eğer tabiat bir kanunsa kanun koyucu olmadan kanun olmaz. Demek ki tabiat bir sanat eseridir, fakat sanatkâr değildir. Yeryüzünde bir tablodur bu tabloyu yapan ressam vardır.
Eğer canlıları bu özellikleriyle meydana getiren şeyin tabiat olduğu kabul edilirse esasen kör sağır ve düşüncesiz olan tabiata hadsiz bir kudret ve irade, nihayetsiz bir ilim ve hikmet izafe edilmiş olacaktır. Özü itibariyle tabiat mevhum ehemmiyetsiz ve şuursuz bir yapıya sahiptir. Böylesine önemsiz bir varlığa hadsiz bir ilim kudret ve hikmet sıfatları izafe edilemez yüz muhal içinde muhal olur. Bu tabi sadece tabiat için değil sebepler içinde böyledir. Kör sağır hudutsuz sel gibi akan unsurlar harika neticeler meydan getiriyorlar. Zerre kadar şuuru olmayanlar harika işler yapıyorlar. Bu ise yüz derece muhaldir.
Sonsuz bir ilim nasıl onlarda derç olur? Farz-ı muhal güneşin ziyasında zerrelerde bulunan akisleri ve yansımalarını güneşe vermediğimiz zaman bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında zahiren küçük fakat manen çok derin bir güneşin harici vücudunu kabul etmek lazım gelir. Aynen bu misal gibi mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya şems-i ezeliyeye verilmezse her bir mevcutta ve her bir zihayatta hadsiz bir kudret ilmi kabul etmek lazım gelir. Çünkü bir zerrenin kendi vazifesini iyi yapabilmesi için ve diğer bütün zerrelerle havayla güneşle kainatla münasebetini bilecek vazifelerini bilecek hem geçmiş hem gelecek bütün meydana gelen olaylara vakıf olacak. Bir istidat ve kabiliyete sahip olması lazım. Küçük bir örnekle nasıl ki bir “ADEM” kelimesinde bile bu kelimeyi yazan katibe vermezsek her bir harfe bir ilim vermem lazım gelecek mesela “D” harfinin vaziyet alması için diğer harflerle ve diğer bütün harflerle olan münasebatını nereye gelecek nereye gelmeyecek gibi bir ilim vermen gerekecek. Bu ise yüz dereceden uzaktır. İşte nasıl ki oturduğum bu masanın teçhizatları gibi… İşte burada Risale-i Nur’da müşkülat ve sühulet kavramları ortaya çıkıyor.
3)İKİ HİKMET ANALİZİ
“İşte Fatiha-i Şerifenin ahirinde “ellzine enamte aleyhim…dallin” ayeti, bu iki cereyan-ı azimi ders veriyor. Ve Risale-i Nurdaki bütün muvazenelerin menbaı ve esası ve üstadı bu ayettir.” Tevhid şirk ikilemi bu ayetten neşet ediyor. Kur’an’da bile nereye baksak bu ayetin manası muhakkak tecelli ediyor. Biz de bugün iki cereyan-ı azim olan hidayet ve dalalet mukayeseleri babında size anladığımı sizle paylaşmak istiyorum.
“Âlemin miftâhı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emânet cihetiyle insana ene nâmında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar; ve öyle tılsımlı bir enâniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır” demesiyle alemin tılsımının ancak insanın mahiyetinin bilinmesiyle olduğunu o gizli miftah açılmadan kainat tılsımının açılmamasını söyler. Devamında ise şu ifadeleri kullanır.
İşte, bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı âdemden şimdiye kadar iki cereyân-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış: İki şecere-i azîme hükmünde, biri silsile-i nübüvvet ve diyânet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet; gelmiş, gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizâc ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe silsile-i diyânete dehâlet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir sûrette, bir saadet, bir hayat-ı içtimâiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyânet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem' olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.
Felsefe ciheti ne zaman nübüvvet silsilesine yapışmamışsa ona hizmet etmemişse insana konulan sınırı olmayan duygularda acip neticeler çıkarmıştır. Kuvve-i akliye dalında dehriyyun maddiyyun tabiiyyunları netice vermiştir. Ve kuvve-i gadabiye dalında ise nice nemrutları şeddatları ve firavunları yetiştirmiştir. Kuvve- i şeheviye dalında ise sanemleri kendine ilahlık atfedecek kadar ileriye gitmeleri bunun neticesini gösteriyor. Ancak silisle i nübüvvet kuvve-i akliye dalında enbiya evliya asfiya sıddikin meyvelerini vermiştir. Kuvve- i dafia dalında ise adil hakıimleri melikler meyvesini veren Kuvve-i şeheviye dalında ise güzel ahlakları güzel yüzleri huzurlu ve sağlıklı bir toplum meyvelerini vermiştir.
Allah bizleri daima silsile-i nübüvvet zincirinden ayırmasın amin…
Kaynak: RisaleHaber.com