İlimde, sanatta, siyasette statüko diye bir şey vardır. Herkesin kametinin bir kıymeti vardır. Bediüzzaman insanların bazılarının kametinin üstünde görünme yüzünden tekellüfe zorlamalara düştüğünü söyler, çünkü boyuna göre davranamayıp daha yukarı görünmek insanı çirkin rekabetlere götürür. Ama insanların çoğu kametine, statükosuna bakmadan konuşur ve eğer de zorbalıkları varsa etrafı yıkarlar.
Peygamberimiz (asm) bir peygamberdi, statükosuyla kimse eşdeğer değildi. Ebu Cehil zorba bir statüko sahibiydi. Peygamberimiz (asm) konumuna uygun gücünü kazanıncaya kadar bu insanlarla ihtilattan geri durmaya gayret etti. Bazen onu görünce yolunu değiştirdiğini tarih bize söylüyor. Çünkü bunların konumu mantık ve muvazene değil saçmalık ve zorbalıktır. Vakti gelince zorbalıkları para etmedi tabii.
Bugün de cemiyet içinde hakim olan güçtür, güçlü haklıdır. Ben yıllardır bunun aksini görmedim. Ne kadar kültürel statükonuz farklı olursa olsun güç haline gelmiş en sıradan insanlar karşısında başarı elde edemezsiniz. Birileri sizi saf dışı etmek için çok çok sıradan insanları kullanır ve başarıya ulaşırlar. O sıradan ve pervasız, yalaka tipler ile baş edemezsiniz. Başarı biraz da yalakalık ve dalkavukluk sanatıdır!
Bediüzzaman sahneye çıktığı andan itibaren birinci sınıf statükoya sahiptir. Van’da iken Vali’nin arkadaşıdır, hatta ailenin içinde gibidir. İlmiyle, tavır ve tutumları ile vali ile bir masa etrafında oturmuştur. Henüz bilimin üniversal olmadığı bir toplumda, din ile tabii bilimler denilen ilimler arasında sentezler yapacak güçtedir. Oradaki hayatında irtibatlı olduğu coğrafya, kimya, astronomi, felsefe, matematik gibi ilimler vardır. O konularda müptedi değildir, coğrafya kitabını okuyup coğrafya muallimini ikna edecek boyutta bir alimdir.
Van ile İstanbul ilim ve daha başka alanlarda eşdeğer şehirler değildi. Ama Bediüzzaman kefeleri farklı olan iki şehirden aşağıda olanından İstanbul’a gider. İlmin de baş şehri olan İstanbul’a varır. Yıl 1907. Kasım sonları. Neden oraya gelmiştir? “Ben memleketimde mektep, medrese açtırmak için geldim, başka bir dileğim yoktur” der. O gün memleketin okulsuzluk ve eğitimsizlikten nereye geleceğini görmüştü. Var mı bir başka adam o maksatla İstanbul’a gelen? Milleti bir arada tutmak için reçete üretmek gerekirken Türk aydını, Selanik’te, Diyarbakır’da Milel-i Müsliha olan Türkleri “diğer milletleri toparla Osmanlı devam etsin” diyecek yerde Türkçülük yapmışlar, o konuda eserler meydana getirmişler. Ağabeyi durumundaki bir milleti diğer milletler ile birlikte yüzyıllarca birlikte yaşamış onları toparlamış olan bir milleti, onlardan kopup kendi büyüklüğünün gölgesinde sarhoş etmişler. O gün bugün gelinen yer neresidir? “Ne mutlu birlikte yaşamayı başaranlara” diyecek yerde “ne mutlu maydanoz olana” demişiz, o günden bugüne bayağı mutluyuz.
Bediüzzaman bir de Şehzadebaşında konferans verir. Güce bak! Van’dan gelmiş bir molla –filizof- bilim adamı, oradaki insanları hesaba katma gereği duymadan konferans vermiş. Konferansta ilmi ihatası, hamaset ve fedakarlığı herkese parmak ısırttırmış. Toplumun telakkilerine karşı; “Ayinayız bize biganedir endişe-i mevt/Adl ü hak uğruna nezreylemişiz canımızı…” der adeta.
Bu cesaretinin başına felaketler getireceğini hiç de hesaba katmaz. Yerinde ölmek için hayat lazımdır ona göre.
1907 sonlarında İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın bu gelişini Bitlis Valisi Tahir Paşa Sultan ikinci Abdülhamit Han’a yazdığı 3 T Sani 1323 tarihli mektubunda anlatır. Mektubun aslı Başbakanlık arşivindeki Yıldız Evrakı içinde bulunmaktadır.
Tahir Paşa’nın mektubu Bediüzzaman’ı Padişaha izah eden, harika bir tanıtım ve harika bir tavsiyedir. Mektupta harika bir zekayla meşhur olduğu, ilimce o havalide umumun merci-i hall-i müşkilatıdır, yani zor meseleleri çözen bir makamdadır. Hatta elbisesini bile değiştirmemiş talebe kılığını korumuştur. Padişaha sadık duacı, fıtraten ediptir.
İstanbul’a gelir, Şekerci Han’ına yerleşir, çevresinde oturanlar dönemin en önemli alimleridir. Celal Hoca, Fatin Hoca, Akif gibi. Meşhurlar hanıydı, akademik bir havası vardı. Orada “her suale cevap verilir, her müşkül halledilir, fakat sual sorulmaz” levhası ile kendini İstanbul’a ilan eder.
Hasan Fehmi Başoğlu, Diyanet İşleri Müşavere Kurulu azasıdır. Böyle bir iddia sahibinin ancak mecnun olabileceğini söyler. Çünkü o zaman İstanbul’da talebedir. Derin ve birkaç kitapta ifade edilecek soruları yanına alır Bediüzzaman’a Şekerci Hanı’na gider. Han kelimesi sonradan farklı anlama gelir, akademik muhite demek daha doğru. Aldığı cevapları harika ve acayip bulur. Bediüzzaman, suallere tam cevap verir. Başoğlu, yakinen anlar ki onun ilmi kesbi değil vehbidir.
Mabeyne padişaha bir dilekçe verir. Şarkın ilimdeki geriliğinin giderilmesi için teklifler sunar saraya. Açılacak mekteplerde dini ilimler ile fenni ilimlerin birlikte okutulmasını teklif eder. Yoksa eğitim olmazsa zamanla ihtilaflar büyür. Bu yerden göğe mantıklı mektup sonrası cüret olarak kabul edilir ve Toptaşı tımarhanesine sevk edilir. Çünkü o dalkavukluk bilmez, doğruyu söyler, kimsenin yalakası değildir, bu yalakalığa dayanan bürokrasinin mantığına aykırıdır. Konuşması tamamen eğitim sisteminin geri kalmışlığıdır, çünkü bunları İstanbul’da görmüştür. Ulemayla münazaralarında medreselerin diğer kurumlara göre gelişmediğini görmüştür. Talebelerde münazarasızlık, sual-cevap şevkinin olmadığını görmüştür. Eğlence ve rahat ile öğrenciler yaşamaktadır. Aynı bugün gibi. Mektup’un tahlili ne kadar ciddi bir eğitimci olduğunu gösterir.
Doktor bunları dinler, “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur“ der. Zaptiye nezaretine geri gönderilir. Şefik Paşa Nazır. Padişah Üstada bin kuruş maaş bağlamıştır. Bediüzzaman, “Ben maaş dilencisi değilim, kendim için değil milletim için geldim. Bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakkı sükuttur. Reddediyorum taki padişah çağırsın ben de doğrusunu söyleyeyim” cevabını verir.
Şimdi gelelim Hilal Kaplan Hanımefendi’ye. Bediüzzaman’ı kabul etmeyen padişahımız ne kadar haklı? İlmiyle, hamiyeti cesaretiyle meşhur olmuş, üstelik bir valinin tavsiyesi ile gelmiş, okul açmak için dilekçe vermiş bir insanı kabul etmemiş. Bilgi olmadan yazarlık olmaz, bilgiye dayanmayan yazarlık, insanı mahçup eder hanımefendi. Bediüzzaman’ı kabul etmeyen Padişah ne kadar haklıdır, ne kadar mantıklı hareket etmiştir? Bir de o taraftan bakalım bu meseleye.
Ben sadece bir yönünden baktım. Padişah bir statü sahibi, ama Bediüzzaman o günden bugüne eserleri ve fikirleri ile dünya arenasında onun statükosunu Padişahın madununda gösterip, onu eleştirdiğini söylüyorsunuz. Şimdi şu olanlardan sonra ben eleştiri yapmıyorum, padişahımız böyle bir harika zekayı, o günün şartlarında eğitimin sefaletini görmüş bir insanı neden kabul etmemiş? Ki Sultanın hafiye teşkilatı büyüktür. Bütün bunlar sayın sultanımızın yorumsuz görüntüsüdür. Hilal Kaplan hanımefendi siz bu görüntüyü sinema gibi seyredin ama kafanızda eleştirel cümleler oluşsun. Bediüzzaman’dan özür dileyin. Bediüzzaman bir gün bahçesinden atla geçtiği bir bayana “hakkın helal et kardeş” der. “Efendim benim sizde bir hakkım yok“ der. “Ama bahçenizden atla geçmiştim“ der. Helallik almak maduniyet değil mafevkiyettir.