Bediüzzaman Said Nursi'nin, meşrutiyet konusunda bu kadar ısrarcı olmasının elbetteki önemli sebepleri vardır. Zira Avrupa devletleri, meşrutiyet sistemine geçmekle, pek çok sahada ilerleme kaydederken, Osmanlı Devleti o dönemde, hala, ismi 'Padişahlık' olan 'saltanat'la yönetilmeye devam etmektedir. “Mutlakıyet” tarzı olan bu sistemin genel özellikleri ise; “Tahakküm”, “dayatma”, “keyfilik”, “murakabesizlik”, “halka karşı sorumsuzluk”, “güç ve iktidarın tek kişinin kontrolünde bulunması”, “yönetimin babadan oğula intikal etmesi” ve “sıhhatli karar organlarının ve denetim mekanizmalarının bulunmaması veya işlevsiz kalması” şeklinde özetlenebilir.
Yeni bir sistem olan, daha doğrusu öyle zannedilen “meşrutiyet”in mahiyet ve özellikleri henüz tam olarak bilinmediğinden bir kargaşa yaşanmaktadır. Bu durumu şarktaki insanların konu hakkında Bediüzzaman’a sordukları çeşitli sorulardan anlıyoruz. "Meşrutiyet, İslami açıdan Meşru mudur?, İslam’a uygunluğu nedir?, Mutlakiyetten farkı nedir?, Fayda ve mahzurları nelerdir?, Tamamen mi, yoksa kısmen mi uygulanmalıdır?, Batıdaki şekliyle mi yoksa bazı düzenleme ve değişiklikler yapılarak mı uygulanmalıdır?" gibi, şüphe ve endişe yüklü pek çok soru, tatminkar cevaplar beklemektedir. Zira idarecilerin millet tarafından seçilip denetlenmesi, Osmanlı için uygulanmamış ve alışılmamış bir durumdur. Bu bakımdan Osmanlı Devleti; “meşruti” düzene geçilmesinde kan dökmemiş ancak kabul noktasında bir hayli zorlanmıştır. Böyle bir sistemle "yetki ve saltanatın elden gitmesi, halk tarafından denetlenme ve kurallara uyma zorunluluğu" gibi hususlar yöneticilerin işine gelmediği için direnme gösterilmiş olabilir -ki büyük ihtimalle öyledir.-
Ancak direniş sadece padişahtan gelmeyip, büyük bir Müslüman kesim, hatta “ulema” topluluğunda da teredütler vardır. Çünkü “meşrutiyet” kelime olarak Osmanlıca olsa da eş anlamlısı olan “demokrasi”nin kaynağı ve uygulama örneği Avrupa’dır. Bu itibarla pek çok şahıs ve gurup "yeni bir kavram olması", “İslam’a aykırı olma ihtimali", "statüko alışkanlığı" ve daha başka sebeplerden dolayı, meşrutiyete karşı çıkmaktadır.
Bediüzzaman, “Efkârı teşviş eden, (fikirleri karıştıran) hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?" sorusuna, “Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir” (Münazarat, 124) şeklinde verdiği cevapla bilgisizlik, inad, düşmanlık, intikam duygusu, körü körüne taklit ve ileri geri konuşan gevezeler olarak, meşrutiyete karşı çıkan grupları özetlemiştir.
Bediüzzaman, Meşrutiyet ile Mutlakiyet arasındaki fark ve özellikleri, "Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtimâ ve ittihat ile hâsıl olan hablü'l-metin ve Urvetü'l-Vüskâ değme şeylerle tezelzül etmez (sarsılmaz). İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta mûteber ve muhteremdir. İşte, bakınız: Eski padişahların irâdesini, Ermeni rüzgârı ve ecnebî havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı şeriatı feda ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat tamamı ileride. Üç yüz ârâ-i mütekâbile (Farklı fikirdeki üç yüz milletvekili) ve efkâr-ı mütehâlife hak ve maslahattan başka bir şey ile musâlâha etmez veya sükût etmezler." (Münazarat:40) sözleriyle gayet net olarak ifade etmekte ve meclis sisteminin önemine vurgu yapmaktadır.
Divan-ı Harbi Örfi'de (Sıkıyönetim mahkemesi) meşrutiyeti savunma hususundaki gerekçelerin bazılarını, şöyle sıralamaktadır: “Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların bu zanlarını tekzib etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de umum ulema ve talebeye hitaben, müteaddit nutuklarla şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini (İslamiyet’le meşrutiyet arasındaki gerçek münasebeti) izah ve teşrih ettim.” “Asıl, Şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-ı Meşrutiyet-i meşruadır.” “Ulema ve şeriatı Avrupa’nın zünun-u fasidesinden (yanlış düşüncelerinden) iktidarıma göre kurtarmağa çalıştım.” (Divan-ı Harb-i Örfi, 22)
“Meşrutiyeti, delâil-i şer'iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî (olarak) ve hilâf-ı Şeriat (şeriata aykırı) telâkki etmedim.” (Divan-ı Harb-i Örfi, 24)
“Hakaik-i meşrutiyet; sarahaten ve zımnen ve iznen mezahib-i erbaadan istihracı mümkün olduğunu dava ettim.” (Divan-ı Harb-i Örfi, 25)
“Hürriyeti şeriat hesabına; meşrutiyeti de meşrutiyet-i meşrua olarak kabul (ettim).” (Asar-ı Bediiyye, 390)
“Bizim maksadımız, meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle muhafaza ve kökleştirmektir.” (Asar-ı Bediiyye, 523)
“İstibdadın ve zaman-ı mazinin seyyiatı din ve şeriatı lekedar etmemek için, meşrutiyeti şeriat libası ile göstermek ve tatbik etmek zaruridir.” (Asar-ı Bediiyye, 483)
“Meşrutiyetin devamı, ruhu, nokta-i istinadı ve mürşidi şeriat ve milliyetimiz olan İslamiyet olduğundan…” (Asar-ı Bediiyye, 506)
“Meşrutiyeti meşruiyet unvanıyla telakki ve telkin ediniz.” (Asar-ı Bediiyye, 408) şeklindeki beyanları, bu konudaki görüş ve kanaatlerini açıkça ortaya koymaktadır.
İstanbul dönüşünde, Şarktaki aşiret mensuplarının:“Meşrutiyet nedir?” sorusuna: وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِۚ "Ve iş konusunda onlarla (sahabelerle) istişare et!” (Ali İmran Suresi ayet, 159) ile وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْۖ “Onların aralarındaki işleri istişare iledir” (Şura Suresi ayet, 38) ayetlerine dayanarak verdiği cevapta, meşrutiyetin; “istişare ve müzakere esasına dayalı; herkesin görüş ve düşüncelerini rahat bir şekilde ifade edebildiği; millet iradesinin hâkim olduğu; bu özellikleri ile insanlara çalışma ve yaşama şevki veren, insandaki bütün yüce duyguları uyandırmak suretiyle milletleri saadet ve mutluluğa” götüren bir sistem olduğunu açıklamaktadır.
Bu açıklamalar ile meşrutiyeti, kaynak ve temel olarak ayetlere dayandırmaktadır. Sözlerinin devamında yine meşrutiyetin; “insanı hayvanlık mertebesinden, gerçek insanlık mertebesine çıkardığını; İslamiyet ve Asya kıtasının bahtını açarak, devletimizi ebedi bir ömre mazhar edecek” (Münazarat, 23) nitelikte olduğunu beyan etmektedir.
Konunun daha iyi anlaşılması için de, “monarşi” ile “meşrutiyet” arasında bir mukayese yaparak, meseleyi daha açık bir şekilde örneklendirmektedir: “Padişah tarafından yönetilmeyi” “çeşitli tazyik ve baskıların etkisiyle, her yöne kolaylıkla eğilip bükülebilen ince bir tel'e benzetirken”, “meşrûti” idareyi; “yıkılması ve sarsılması çok zor olan demir bir sütun”a benzetmektedir. Çünkü meşrutiyette, doğrudan veya dolaylı olarak her bir vatandaş, görüş ve rey sahibidir. Bu bakımdan,“İnsanı kölelikten" ve “sürü” olmaktan kurtaran; yönetime ortak yaparak, her bir insanı idareci makamına yükseltmek suretiyle bir nevi padişah yapan böyle bir sisteme güvenme hususunda tereddüt gösterilmemesi”ni (Münazarat, 24) tavsiye etmektedir.
Sonuç olarak; "Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misâl-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır" (Münazarat, 42) şeklindeki sözleri ile meşrutiyetin çeşitli açılardan gerçek ve doğru tanımını yaparak, tereddütleri izale etmiştir.
Bediüzzaman’ın meşrutiyet hakkındaki övgü ve takdirleri, sadece yukarıdaki ifadelerle sınırlı değildir. Konu ile ilgili olarak benzer sözleri de şöyle:
“Bu iki inkılâbın (hürriyet ve meşrutiyet) bahasına binler şehit verse idik, ucuz sayacaktık. “Bu inkılab (hürriyet ve meşrutiyet) fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça (edip) terakkinin önündeki sedleri kaldırdı.” (Asar-ı Bediiyye, 441)
“Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzân ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz!" (Münazarat, 21)
“Meşrutiyet ile rahm-i madere (ana rahmi) geçtik. Neşv-ü nema bulacağız.” (Asar-ı Bediiyye, 442)
“Her biriniz âleminizde hükümet-i meşruta-i meşruanın tekâlif-i adilanesine itaat ve hukuk-u gayre men’i tecavüz (başkasının hukukuna tecavüz etmemek) şartıyla birer padişah gibisiniz.” (Asar-ı Bediiyye, 456)
Bu tarz yaptığı sitayişkâr beyanlar bu konudaki kanaatlerini, daha berrak ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.
“Ruh-u meşrutiyet (meşrutiyetin ruhu, özü) Şeriattandır. Hayatı da (yaşaması ve devam etmesi de) ondandır.” “Bence muhalif-i hakikat-i şeriat olan (gerçekte İslam’a aykırı olan) şeyler meşrutiyete dahi muhaliftir.” (Münazarat, 53)
“Meşrutiyet, İslam’ın abd-i memluküdür... (İslam’ın öz malı ve hizmetkârı) Ondan gasp olunmaz. (Yani başka dinin malı gibi gösterilemez.)” (Asar-ı Bediiyye, 496)
“Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat (İslam’a aykırı) göstermekle, meşveretin düşmanlarını çok edenlerdir.” (Asar-ı Bediiyye, 416)
“Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (r.a) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil." (Şualar, 317)
Bu sözleri ile de meşrutiyetin, İslam’a aykırı olmadığı gibi, İslam kaynaklı olduğunu Asr-ı saadetle örneklendirmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki Bediüzzaman, ideal manadaki olması gereken gerçek meşrutiyeti savunmaktadır.
Onun meşrutiyeti, bu kadar övgülerle sahiplenmesi, elbette ki sebepsiz değildir:
“Hem de mana-yı meşrutiyete iptila ve muhabbetimin (meşrutiyete tutkunluğumun) sebebi budur ki; Asya ve âlem-i İslamiyet’in istikbalde firdevs-i terakkisinin (terakki cennetinin) birinci kapısı meşrutiyet ve hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslam’ın anahtarı da meşrutiyetteki şuradır.” (Asar-ı Bediiyye, 424)
“Meşrutiyet ile su-i istimalatın ekser yolları münsed (kapatılmış) olur; istibdatta ise açıktır.” (Münazarat, 39)
“Meşrutiyette millet rakibtir (gözcü). Varidat (gelirler) kontrol edilir.” (Münazarat, 42)
“Ne kadar iyilik var–sa-, meşrutiyetin ziyasındandır; ne kadar fenalık var-sa- ya eski istibdadın zulmetinden yahut meşrutiyet namıyla (meşrutiyet adı altında) yeni bir istibdadın zulmündendir.” (Münazarat, 31)
“Meşrutiyetin fecr-i sadıkına kadar inşa ve kitabette (yazı yazma ve söz söyleme hususunda) tamamen hem ümmi, hem acemi idim. Her ne ki inşa ettimse, üstadımız olan “meşrutiyetten” öğrendim.” (Münazarat, 16)
Bu beyanlarıyla, meşrutiyetteki faydaların bir kısmını belirtmiş olmaktadır. Böylece her türlü terakki ve saadete giden yolun meşrutiyetten geçtiğine açıklık getirmiş olmaktadır. Hatta, “Avrupa, sırr-ı teavün ve tedavül-ü efkâr ve sırr-ı taksimül amal esasına binaen o harikulade terakkiyatı ve maarifi tesis etmiştir” (Asar-ı Bediiyye, 484) ifadesi ile Avrupa’nın ilim ve terakki yönünden bu kadar ilerlemesinin; meşrutiyet sayesinde olduğuna dikkat çekmektedir.
Şimdi, bu şekilde tanımlanan ve anlatılan bir meşrutiyete, kim, hangi gerekçe ile ve ne adına karşı çıkabilir? Ve bu konu, bu kadar güzel ve tafsilatlı bir şekilde hangi siyasetçi tarafından açıklanmıştır?
Devam edecek