Son zamanlarda, özellikle 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra, daha önce Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a karşı kin besleyen hasımlar meydanı boş bulup FETÖ üzerinden Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a dil uzatmaya başladılar. Hatta bu saldırı bazı hocalar arasında gelenekselleşmeye başladı. Hem öyle öyle hadlerini aşıyorlar ki, İlahiyat Fakültelerinde Tefsir hocası oldukları halde, tenkidin çok ötesinde, tefsir geleneğini bile alt-üst edecek bir üslup kullanmaya başladılar.
Peki, bu zevat meydanı nasıl boş buldular? Daha önceleri Bediüzzaman ve talebeleri devlet tarafından takibe uğradıkları için, bu gibi zatlar menfi veya müspet Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında sarf-ı kelam etmekten son derece çekiniyorlardı. Risale-i Nur ve Bediüzzaman’ın lehinde konuşamıyorlardı; çünkü devletten ciddi anlamda korkuyorlardı. Aleyhinde de konuşmak istemiyorlardı, çünkü bu kez Nur talebelerinin kendilerine “Zındık” deyip onları düşman bellemelerinden endişe ediyorlardı. Bu tür zevat, bu ikilem içinde hayatlarını devam ettirirlerken F. Gülen gibi bir adam ortaya çıkıp sinsî bir şekilde Risale-i Nurları ve Bediüzzaman’ı istismar etmeye başladı. O kadar ki, Nur talebeleri bile ilk zamanlar bu adamın ne kadar tehlikeli olacağını tahmin edemediler.
Gülen ilk çıktığında, “Risale-i Nur okumuyor” diye bu zevat ona taraftarlık gösterdiler. Daha sonra, Nur talebeleri üzerindeki devlet baskısı azalınca F. Gülen Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u daha ciddi ve aşikare bir şekilde istismar etmeye başladı. Bu zevat ona taraftar olmasalar da ona karşı hep sessiz kaldılar. Nitekim Gülen “Tesettür teferruattır” dedi bu beyefendiler sessiz kaldılar. Yine, “Cebrail bir parti kursa ve beni partisine davet etse, onun partisine de girmem” diyerek imkânsız bir benzetme yaptı, bunlar yine sessiz kaldılar. “Üniversiteli kızlar başlarını açabilirler” dedi; bunlar yine sessiz kaldılar. Nihayet darbe teşebbüsünden sonra, devleti yöneten dindar hükümet ve devlet yöneticileri FETÖ’ye karşı toptan bir mücadele başlatınca, bu adamlar FETÖ üzerinden Bediüzaman’a ve Risale-i Nur’a hasmane tavır koymaya başladılar. Artık ne hükümetten ne de Nur talebelerinden korkmayan bu zevat, daha önce arzu edip de korkudan yapamadıkları hasmane saldırılarına hız verdiler.
Deyim yerindeyse, bu düşmanca saldırının son örneklerinden birisi Tefsir hocası Mustafa Öztürk’ün Bediüzzaman’ı ve F. Gülen’i aynı kefeye koyarak, çirkin bir üslupla hakaret etmesidir. Şöyle der:
"...Gülen'in abartılı tevazu retoriğiyle şişkin egosunu tatmin ettiğini ve övülme ihtiyacını karşılamak için alçakgönüllülüğü yem olarak kullandığını söylemek mümkündür. Bu taktik birçok konuda Gülen'e ilham veren Said Nursi tarafından da kullanılır. Said Nursi yakın çevresindeki insanlara karşı kimi zaman duygu sömürüsü denilebilecek tarzda "yarı ümmi", "kalemsiz", "aciz", "zayıf" bir insan olduğunu belirtir ve sık sık, "cezaevinde azap çeken Said Nursi", "Hasta kardeşiniz" gibi ifadelerle kendini zavallı biri olarak gösterir. Dini alanda ise kendisini Kur'an-ı Kerim'in hizmetine adamış değersiz bir kişi olarak nitelendirir. Ama diğer taraftan da kendisinin Kur'an'a hizmet eden bir nefer olmak şöyle dursun, Bakara 2/25. ayetin yorumunda, ‘minhâ min semeratin’ denilmektense, ‘min semeratiha’ denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu" şeklindeki bir ifadeyle ilahi kelama bir bakıma ayar vermeye çalışır.”[1]
Bu ifadelere bakılırsa, haşa Bediüzzaman’ın ilimle, irfanla, hatta namuslu ve şerefli bir vatan evladı olmakla hiç alakası olmayan (haşa) bir şarlatandır. Bu ne kadar edep dışı ve haksız bir iftira… Ne kadar cahilce bir saldırı ve ne kadar hasmane bir dil kullanılmış!
Ben Sayın Öztürk’ün Bediüzzaman’ı ikiyüzlülükle suçlamasına cevap bile vermeyeceğim. Çünkü bu arşı titretecek bir iftiradır. Bunu Adil olan Kahhar-ı Zül’-Celal’e havale ediyoruz. Ben sadece “Bediüzzaman ilahi kelama bir bakıma ayar vermeye çalışıyor” bühtanına cevap vermeye çalışacağım:
Bakınız, Üstad Bediüzzaman’ın söz konusu ayetle ilgili tefsirini Arapçasından okuyalım. Şöyle diyor: (وإيثار (مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ) علي (من ثمرتها) للتنصيص علي جوابين عن سؤآلين من الأسئلة المذكورة)[2] “Ayette (من ثمرتها) yerine (مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ) denilmiş olması, geçmiş sorulardan ikisine cevap teşkil etmesi içindir.”
İşaratü’l-İ’caz’ı tercüme eden müellifin kardeşi Abdülmecid Nursî bu ibareyi daha anlaşılır bir hale getirmek için şöyle tercüme etmiş: “(مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ) denilmektense, (من ثمرتها) denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkur suallerden iki suale cevap olduğundan ((مِنْهَا ayrı, (مِنْ ثَمَرَةٍ ayrı söylemek icab eder.”[3]
1) Her şeyden önce Sayın Öztürk “denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu” ifadesine takılıp kalmış ve zahmet edip arkasındaki cümleyi okumamıştır. Bu sadece bir ihmal değil, ilim adamı için bir ayıptır da.
2) Eğer zahmet edip Arapçasına bakmış olsaydı, zaten tercümeden daha muhtasar ve daha ilmî olan üslubu görecekti. Ama niyet halis olmayınca, başka bir deyimle amaç Bediüzzaman’ı tenkit edip birilerinden “aferin” kazanmak olunca ciddi bir araştırmak yerine çala-kalem bir müsvedde kaleme alınmıştır.
3) Sayın Öztürk de, Arapça aslından tefsir okuyan herkes de bilir ki, müfessirler zaman zaman bir ayet için, وحق المقام ان يقال كذا) “Makam gereği şöyle denilmesi gerekirdi” derler. Veya (والجملة ليست في موضعها) “Cümle yerine konulmamıştır” derler. Bazen de ((واُعترضت بالجملة وهنا ليس موضعها “Bu cümle istidradî (bir cüme-i itiradiye) olarak buraya alındı, oysa yeri değildi” derler. Tıpkı Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, birçok tefsirde, “siyak ve sibak olarak şöyle olması gerekirken ayette böyle denilmiştir” denilir ve bunun sebebi izah edilir. Bu tür ibareleri Beydavî, Zemahşerî, Razi, Bağavî gibi birçok klasik tefsir kitabında görebiliriz.
Bu kadar açık ve ilim erbabınca bu kadar bedihî bir meseleyi böyle ilmî olmayan bir üslupla kaleme almak neyi ifade eder acaba?
Kuşkusuz Sayın Öztürk için “Bu adam bu işi bilmiyor; bu cahil bir adamdır” demek mümkün değildir. Çünkü kendisi İlahiyat hocasıdır ve yıllardır tefsir derslerini veriyor. Bu işi bilmeyecek birisi değildir. Üstelik anlatacaklarını İslamî bir kisve ve bir kısım Müslümanların beğeneceği bir dille ifade ediyor. Televizyondaki konuşmalarında da Allah’ı ve Kur’an’ı ağzından düşürmüyor. O halde Sayın Öztürk’ü, hayatını İslam’a ve Kur’an’a feda eden bir alim hakkında bu derece hasmane bir üslup kullanmaya sevk eden bir saik olmalıdır.
Eğer FETÖ üzerinden, eserleri 50’den fazla dile çevrilmiş bulunan Bediüzzaman gibi bir allameye dil uzatmaktan maksadı dünyevî bir makam veya sosyal bir mevki kazanmak değilse, o zaman Sayın Öztürk son zamanlarda şu ayetin hükmüne masadak olmuştur: وَمِنَ النَّاسِ مَن يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللَّهَ عَلَىٰ مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ “Bazı insanlar vardır ki, batılda ölesiye bir hasım olduğu halde, bu dünya hayatı hakkında söylediği söz senin hoşuna gider ve kendi kalbindekine de Allah’ı şahit tutar.”