Allah’ın Samed isminin muhiti nereye kadardır? Mesela Rezzak ismi, esma-i fiileyedendir. Onun nereye kadar olduğu neleri ihtiva ettiği düşünülebilir ama Samed isminin böyle bir boyutu yok.
Allah Kur’an-ı Muciz’inde Samed kelimesini bir yerde kullanır. Sadece bir yerde o da kendini tarif ettiği ünlü İhlas suresinde.
Kulhuvallahu ehad/Allahüssamed/Lemyelid/ ve Lem yuled /ve lemye künlehu küfüvenehad.
İnsanlar yeryüzüne ayak bastığından beri evrene bir yaratıcı ve yönetici aramışlardır. Bu muammayı müşkül küşadır. Tılsım-ı hayretfezadır.
Allah bu müşkülü halletmek için kendi kendini tarif etmiştir. Ya kim yapacaktı? Varlığı ancak varlığın dışında bir bakış ve irade tarif edebilir, kimliğini tayin eder. Buzdolabı kendini tarif edemez, onu ancak onu yapan tarif edebilir, nasıl kullanılacağını da bir prospektüs ile belirler.
O Allahdır ki Ehad’dir, O Allahdır ki Sameddir.
O Allahdır ki doğmamış doğurulmamıştır.
Bediüzzaman, eazım-ı ülema ve sofiyyunun tarif etmeye çalıştığı Samed ismini, soyut tariflerle değil, gözleme, müşahadeye dayanan fiiller ile anlatır. İbn-i Arabi, İbn-i Abbas ve diğerlerinin tariflerini gözden geçirdiğim için, bunu söylüyorum. Zaten Bediüzzzaman’ın düşünce tarzı akıl ve gözleme dayanır.
İbn-i Abbas, Samed’i; “O bütün üstünlük ve yücelik sıfatlarına haiz olandır, bütün bu sıfatlar Allah’tan başka hiçbir varlıkta bulunmaz. Hiç kimse ona denk değildir, O’na benzeyen hiçbir şey yoktur. Bu yüzden Samed Allah’tır, tek ve üstün güç sahibi olan Allah ne yücedir.”
Samed Allah olduğuna göre Bediüzzaman hep Samed ismini kullanır, çünkü birbirinden farklı filler tamamen O’nun ismi ile bağlantılı anlatılır.
Samed’in kudreti vardır, bunun varlığının delili insanı yaratmasıdır. İnsan mucize-i kudret-i samedaniyedir. İnsanın gerek yaşamasına ait özellikler “işarat-ı Samedaniyedir.” Aklı, zekası, hayali, hafızası, bütün duyguları hepsi işarat-ı samedaniyedir. İnsana bunlar Samedani bir güçle yüklenmiştir. Onun gibi insanın yaşama alanındaki varlıklar da insan için işarat-ı samedaniye ile organize edilmişlerdir.
Vahiyler insanın bütün hayatını organize ederler, kitaplar özellikle kitabımız işarat-ı samedaniyedir. Allah ile ve beşerin birbiri ile ilişkileri vahiylerle düzenlenmiştir. Bunun yanında ilhamlarla da bütün varlıklar insanın ihtiyacı olan şeyleri yapar olmuşlardır. Koyunun otu yemesi ve onu süte dönüştürmesi ilhamlar iledir. Arı vahiyle insana bal yapmaktadır. İnsanın dini ve bedeni ve beşeri ihtiyaçlarının hepsi işarat-ı samedaniyedir. Karıncalar olmasa toprak verimli olamaz onlar bir şekilde toprağı verimli hale getiriyor, belli bir limitte toprakta sayısız karıncanın olması bu yüzdendir. Yaptığı işe göre bir mucizenin tezahürüdür. Kainatın her yerine ulvi, süfli hakim olan Samed olan Allah’tır.
İnsanlar içinde nurani kalpler cami bir ayine-i samedaniyedir. Nurani kalpler samedani bir aynadır, nasıl bir şey bize meçhul, bir de cami bir samedani ayna. Bunu da böyle bırakmak zorundayız. Cümleyi telaffuz edene malum.
İnsan gibi kainat da yaratılmıştır, o da mucize-i kudret-i samedaniyedir. Kainat ve insan suğra ve kübra. Samed Allah’a en yakın olan isim, muhiti sınırlı değil.
Kur’an ve Kainat
“Bu kâinatı bir kitab-ı Samedâni, bir şehr-i Rahmânî, bir meşher-i sun’-i Rabbânî olarak o câmidâtı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur’ân-ı Azîmüşşanın…“
Ne demek samedani kitap? Bu kainat o kitap işte. Böyle bir kitap tarifi nasıl izah edilir? Orada duralım. Sonra söylenenlere bak. Şehr-i rahmani… Bu da ondan geri kalmaz, rahmani şehir ne demek ama biraz anlıyorum gibi. Her tarafı rahmanın rahmetinin izleri ile dolu, her yanından rahmeti rahman okunuyor, bütün nimetler ve varlıklar, rahmanın rahmetinin yansımaları. Güneş şehrin lambası, sobası, bütün yıldızlar tezyinat mumları, daha neler. Herkes bu insanı memnun etmek ve sahibi tarafından seyredilmek için yaratılmış. Bir başka özelliği meşher-i sun-ı Rabbani, mana daha özelleşti. Rabbani sanatların sergilendiği teşhir edildiği yer. Akif, Çanakkale’yi anlatırken şöyle der: ”Şüheda gövdesi bir baksana dağlar taşlar, o ruku olmazsa dünyada eğilmez başlar.” Ne tablo değil mi? Nerdesiniz bizim Picassolar? Yok ki.
Şimdi biz ne diyelim? “Şahid-i Rabbani bir baksana her taraf, her yer. Sanat-ı Rabbani bir baksana her taraf her yer. Bir ressam, bir heykeltraş eserlerini teşhir edeceği galeriyi nasıl hazırlar? Allah da önce eserlerini sergileyeceği yeri bu kainatı dekore etmiş. Belki de bu jeolojik zamanlar sergi yerinin meşherin hazırlanış dönemleri. Meşher hazırlanmış, sema, bulutlar, hayvanlar, bitkiler ondan sonra sıra seyirciye, büyük sanat eserine gelmiş. Kim bu insan? Meşherin ve teşhir edilecek şeylerin yerli yerine konması ne kadar uzun bir tarihsel ve jeolojik zamanlar gerektirir.
Adem baba Cennette şeytanla olan olaylarını yaşarken dışarda kainat sergi yeri gibi hazırlanıyordu her halde. Bir bahaneyle cennetten uzaklaştırıldılar ama asıl vatanlarına gelmişlerdi öyle değil mi? Bediüzzaman bitkiler için serilmiş, hayvanlar için serpilmiş diyor, bu iki fiil meşherin mantığına uygun. Dağlar kenarlara, ovalar orta yerlere konmuş, tam yerleşim birimi öncesi olarak hazırlanmış her yer. Nehirler taşıma için. Yani bir ilahi mimarinin izleri var.
“Câmidâtı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup…”
Cansız varlıkları canlı varlığa dönüştürüyor ve varlıklara vazifeler veriyor. Kimi balık, kimi kuş, kimi koyun. Sonra onları birbiriyle konuşturuyor, insanın ihtiyaçlarını gidermek için işbirliği konferansı veya açık oturum, paylaşım toplantısı. “Birbirinin imdadına koşturup.” Bu cümleyle anlatılanlara hayran olmaktan başka ne halimiz var. Büyükler hayran olunanlar, küçükler hayran olanlar. Hayran olmak da zordur, çünkü hayran olduğun şeyin değer felsefesini bilmen gerekir. Hani Bediüzzaman der ya “müzedeki bir sanat eseri sıradan insanlar için bir demir parçasıdır.”
Cümlede Kur’an kelimesini iki anlamda kullanmış hem kainat denen samedani kitap, hem de o kitabın hakikatlerini ders veren mukaddes kitap Kur’an. Tevriyeli kullanılmış iki değişik anlamda. İki kitap da samedani, içindeki sayısız unsur ve nesne, hakikat, kanunlar hayata göre düzenlenmiş ve dizayn edilmiş. Allah’ın nesi varsa Samedani aynı özelliğe sahip.
Yukardaki cümle nasıl hissedilmiş, nasıl kaleme alınmış, dünyanın gılu güşü içinde bu manalar hissedilmez. Çocuk bir özel insanla özel bir yerde doğurulur, manalar da özel steril yerlerde, dünyanın sadece ağaçların, rüzgarın, tabiatın veya hapishane zindanlarında doğarlar. Dosto’nun bütün romanları Sibirya sürgününde gördüğü akıl almaz zulümlerden doğmuştur. Kemal Tahir 12 yıl orta Anadolu’da hapishanede gördüğü zulümlerden romanlarını yazmıştır.
Cenab-ı Peygamber, Ebu Cehil, Ebu Leheb ve daha nice kötü adamların zulmünün baskısı ile davayı nübüvveti dünyaya haykırmıştır. Bütün ömrü zulümlerle geçmiş Bediüzzaman’ın. Psikanalitik olarak zulüm doğurgandır. Akif gördüğü zulme dayanamamış ancak rahmı maderi, Anadolu’yu terketmek zorunda kalmıştır. “Bin değil yüzbin bahar indirse sema, fayda etmez ruhumun feryadına“ der. Ama Bediüzzaman sürgünden sürgüne her sürgünün de daha yüksek bir enerji ve kompozisyon ustalığı ile eserlerini yazmıştır.
Boşuna Napolyon, “zulüm dehaların ekmeğidir” dememiş. Elbe adasına sürmüşler, onun ruhu Elbe adası. Bir gün bütün sürgünleri bir araya getirmiş onlara ünvanlar vermiş Paris’e yürümüş, tekrar başa geçmiş. Bir gün asilzade kazazedeler toplanmış soylarını yarıştırıyorlarmış, sıra ona gelmiş “benim asaletim soyum benden sonra başlar.” Ölümüne yakın İncil istemiş. En büyük hayran olduğu devlet adamı Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri. Onun geçtiği yerler ile kendi geçtiği yerleri kıyaslıyor. Ahirette Napolyon’u ziyaret için izin istersek o kahraman ruhu görebilir miyiz Allah’ım? Napolyon ölünce öbür tarafta nasıl karşılandı acaba, ne tablolar ne seyirler ne harika görüntüler.