İttihad ve Terakkî Fırkasının muhaliflerini tasfiye etmek üzere kurulan, mahkemeden çok, müntakim bir cellat hâlet-i rûhiyesi içinde maznûnları muhakeme eden Divan-ı Harb-i Örfinin huzuruna, otuzunu henüz idrak etmiş bir kutup yıldızı da çıkarırlar. Bedîüzzaman lâkabıyla meşhur bu alleme-i cihân, darağaçlarında insan cesetlerinin sallandığı manzaraya nâzır bir noktada mahkeme azalarının katline ferman suallerini, görülmemiş bir pervasızlıkla cevaplıyor. Nitekim öldürücü darbe bir sual maskesiyle arz-ı endâm eder:
"Sen de şeriatı istemişsin."
Şeriatı istemeyi birinci derecede idam sebebi gören Divan-ı Harb-i Örfi azalarının suratında Bedîüzzamanın cevabı, asrı çınlatacak bir şamar gibi patlar:
Şeriatın bir hakîkatine bin ruhum olsa fedâ etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saâdet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.(1)
Gadri ve fütursuz idâm fermanlarıyla meşhur bu sıkı idâre mahkemesinden beraatle ayrılan Üstâdın teşekkürî cevabı, Zâlimler için yaşasın Cehennem! nidâları ile eşliğindeki kalabalıkla birlikte Sultanahmede kadar nümâyişte bulunmaktır.
Mevtin hayattan çok daha yakın göründüğü Divan-ı Harb mahkemesinde, Şeriata sadakatini haykırmakta zerre kadar tereddüd göstermeyen Bedîüzzamanın, hisarlar gibi muhkem inanç ve tavrını hiçbir tehdid ve cebir yıkmaya muvaffak olamayacak ve asırlık hayatını noktalayan son nefese kadar bütün hayatı îmânının tırmanılması güç şahikasına şehâdet edecektir. Allah rahmet eylesin...
Altı bin sayfayı baliğ Risâle-i Nur külliyatının yegâne maksadı, Rızâ-yı İlâhîyi tahsil ve İslâmiyetin cihânşümûl hakîkatleri ile insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetine hizmet etmektir. Üstâda göre, kâinatın varlık sebebi, insanoğlunun kulluk imtihanına zemin teşkil etmektir. Dünyevî veçhesi tebeidir, aslolan âhiret saâdet ve hayatıdır. Dünyâya gelmek de, yaşamak da hep âhiret saâdet ve hayatı hesabınadır. Bütün dikkâtinin teksif noktasıdır bu. İslâmiyet de doğrudan bu maksadı hâsıl etmek için gönderilmiştir. Binaenaleyh, Bedîüzzamanın adesesiyle meseleye bakanların ihâta sıkıntısı yaşamamaları iktizâ eder. Münferid, küçük ve farklı zâviyelerden görünen hakîkat kırıntıları bütünün izahında yeterince yol gösterici olmayabilir. Mükellefiyetimiz, bütünü ihâta etmektir...
Mehmed Ali Kaya Beyefendi ile Ümid Şimşek Beyefendi arasında cereyan eden, okuyucuların da yorumlarıyla iştirak ettikleri; Bedîüzzaman, İslâmiyet, cumhuriyet, meşrutiyet ve demokrasi muhtevalı müzâkere, yahut münâzaranın yeterince sıhhatlı bir zeminde yürümediğini bir nebze şaşkınlıkla, ama daha çok da keyifle tâkib ediyorum. Nur talebelerinin aralarındaki meseleleri yazılı metinlere geçirerek müzâkere etmeleri düşünce hayatımızın geleceği için bir zenginlik olacaktır, şüphesiz. (*)
Aslında bir bütünün cüzleri mesabesindeki bu düşünceleri birbirine muhalif ve münâkız vehmettiren şey, hakîkatin kendisi değil, karşılıklı varlığına hükmedilen tarafgirlik ve karşıda olma vehmidir. Aynı kaynağa eğilmiş olan bu muhterem zevâtın âb-ı hayatının değil zehir-panzehir misillû tezad teşkil etmesi, küçük farklılıklar arzetmesine bile imkân yok. Üstâdın düşünce dünyâsı yekpâre ve tecezzi kabul etmez muhteşem bir bütünlük arzeder. Bütünü ihâta etmek kaydıyla, Üstâdda tezâd ortaya koyanın üstâdlığına rızâ gösterir, şâkirdliğine tâlib olurum.
Kelâmın tasnif ve yorumunda kılı kırka yaran Bedîüzzamanı doğru anlamak istiyorsak, ifâde buyurduğu mahz-ı hakîkat olan şu şaşmaz ölçüye riayet etmeliyiz:
Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? ise bak. Yalnız söze bakıp durma. (2)
Vâkıa Osmanlı idâresi saltanattır... Ancak meşruiyetini İslâmiyette arayan bir saltanat. O kadar ki, cinâyetlerini bile meşrulaştırmak için fetva arar, Osmanlı. Beşikteki şehzâdelerin hayatına kasteden sultan irâdesini adâlet-i izâfiyeden sâdır olan fetvalar tamamlar. Ferdî hayat gibi, içtimâî hayatın da tek mukaddesidir din. Devlet idâresinin önceliği, icraatını İslâmiyete uydurmaktır. Bu uydurma cehdi sadece idârî bir mecburiyet değil, itikâdî bir vecibedir de. Osmanlı, târih sahnesinden silininceye kadar, din düşmanlığı yapmamış, münkir-i din olmamıştır. Tatbikatteki hata ve su-i istimalât zaman içinde tekemmül edeck, tashîhât görecektir...
1908de II. Meşrutiyet ilân edildiğinde Osmanlının hayatında değişen, dinî bir itikâd değişikliği değil; meşruiyetini yine dinde arayan idârî bir değişikliktir. Bedîüzzamanın Münâzarât adlı eserine hayat veren bu idarî değişiklik, daha çok da beraberinde Meşrutiyetin dine ne kadar muvafık olup olmadığı tartışmalarını getirdiği için bu esere vücud verir. Üstâdın bu bahisteki düşüncelerini bir bütün olarak ihâta etmeden hakîkatı kucaklayamayız. Münâzarât adlı eseri devir ve zamanın şartları asla unutulmadan tedkik edilmelidir. Üstâd, meşruiyetini dinde arayan bir istibdâd idâresine mukabil, meşverete dayalı ve kendisinin târif ettiği bir meşruti idâreyi alkışlayıp hayatlandırmaya bütün varlığıyla gayret etmiştir. Üstâdın Şeriat adına meşrutiyeti kabul gayretini, Şeriatten müstakil ve azade bir yarı monarşik idâre tarzı olan meşrutiyete muhabbet, diye alamayız. Alamayız, zirâ öyle değil. Üstâdın değil büyük meselelerde, en küçük ve gündelik hayat muâmelâtında bile red ve kabullerini şekillendiren yegâne âmildir İslâmiyet...
Kısacası, Üstâd, Meşrutiyeti kendisinin tarif ve telkin ettiği şekliyle, meşruiyetini İslâm ve Şeriattan almak kaydıyla, istibdâd idâresine tercih etmiştir.
Demokrasiye gelince... 1922den 1946ya kadar siyâset hayatıyla meşgul olmayan Üstâdın tavrını zamanın şartlarını gözardı ederek anlayamayız. Tafsilata makalenin imkânları müsait değil, hulâsası şu: Üstâd, içinde bulunduğu zaman ve zemini değerlendirmekte de lâkabının hakkını verir. Zamanın ilcaâtını görmezlikten gelmemiş, görmüş... Meşrutiyet öncesi Osmanlı istibdâdından daha koyu bir istibdâdın hükmettiği bu devrin alâmet-i farikası sadece istıbdadın kazandığı irtifa değil, dinsizliği şiar edinmiş olmasıdır. Evet istibdâd istibdâddır, doğru... Ama birisini besleyen hânedân ve devletin bekâsını temin düşüncesi, diğerini semirten ise şiddetli bir dinsizliği hayatlandırarak kökleşmek ve bekâ bulmak düşüncesi. Ve muhalif bir siyâsetin kabil-i tatbik olmadığını gören Üstâd, mesaisini doğrudan îmân hizmetlerine teksif eder. Netice: Risâle-i Nur ve cihanşümûl hizmetidir...
1946dan itibaren başlayan çok partili hayat sistemindeki gelişmeleri Üstâd da yakın tâkibe alır. Şeflik devrinin bütün unsurlarını yaşatma cehdi içindeki CHPye mukabil idârede daha demokrat bir düşünceyi şiar edinen Demokrat Partiyi desteklemeye başlar. Bu destek, dinî ıstılahlarla söyleyecek olursak, umumî değil mutlaktır; o günün şartları içindedir ve hayatı o şartların devamına bağlıdır. Halk partisinin azamüşşer olan iktidarı yerine Demokratların ehvenüşşer iktidarı maslahata daha muvafıktır.
Evet, demokrasi dünyevî bir idâre tarzı olarak, beşerî sistemlerin en iyisidir. Külli aklın mukteziyâtı, tekemmül ile hakîkat-ı kübrâ olan İslâmiyeti bulmak, hiç değilse yaklaşmaktır. Mevcut hâliyle demokrasi Şeriattır demek, cinâyet olur... Denebilir ki, meşruiyetini İslâmiyette aramak kaydıyla demokrasi bizim için de iyi bir dünyevî idâre sistemidir, amennâ... Üstâdın, meşrutiyet-i meşruası, dindar cumhuriyeti, bir nevi cumhuriyet olan Hulefâ-yi Râşidin devri bu maksada hizmet eder...
Bu noktadan baktığınızda, Mehmed Ali Beyin, demokrasi ve meşrutiyete Üstâddan delil getirme çırpınışları takdîre şâyândır. Ama aynı takdîri Ümid Şimşek Beyefendinin demokrasi ve meşrutiyeti İslamiyet ile kemendleme gayretinden esirgeyebilir miyiz? Asla... Hürriyet-i mutlakayı hayvanî addedip İslâmiyetle tahdid edip insaniyete yakışır bir mevkie çıkaran Üstâdı rahmetle anmanın yeri değil mi?
Bu iki Nur talebesi, yekpâre bir kayayı farklı taraflarından yontan iki heykeltraş gibi... Biri ön cephesini, diğeri arkasını şekillendirdiği için şimdilik farklı esere vücud veriyorlar zehabı doğmuş olsa bile, mesailerini tamamladıklarında bir bütünün iki ayrı parçasını yonttukları ortaya çıkacaktır... Ammeye açık bu düşünce müsademelerinden bârika-i hakîkat çıkacaktır... Korkmaya ve telaşa gerek yok... Susmak, mevtî bir sıfıt, ölülere yakışır... Hayatta olanlara yakışan, konuşmakdır... Hak ve hakîkatın geniş kitlelerin mâbeyninde anlaşılıp makes bulması, biraz da buna bağlı değil mi?..
Dip Notlar:
1- Münazarat, s. 19
2- Sözler, S. 395
* Bakınız, www.risalehaber.com
yilmaz@hyilmaz.net