Dersim, bugünkü Tunceli yöresi idi. Osmanlı devrinde Erzurum’a ve Elazığ’a bağlı bir sancak oldu. Osmanlı devleti zamanında idari yönden bazı isyanlar çıktı, bunlar bastırıldı. Dersim halkı, Şeyh Said ayaklanmasına katılmadı. Bununla birlikte 1930'da gerçekleşen Ağrı İsyanına katıldı. 1937 yılında vergi vermek istemeyen aşiret reisleri isyan başlattı. İsyan bastırıldıktan sonra bazı kimseler idam edildi.
1938 yılında Fransa ve İngiltere’nin tahrikiyle bir isyan daha yaşandı. Bu isyan, kanlı bir şekilde bastırıldı. Dersim İsyanını bastırmakla görevli olan subaylardan birisi de Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden Albay Hulusi Yahyagil idi. Yahyagil’in, bu konudaki hatıraları şöyledir:
1938’de bizi Dersim isyanını bastırmaya memur etmişlerdi. Bize verilen emir tek kelimeyle imha idi. “Canlı bir şey bırakmayın. Genç-ihtiyar, çocuk-kadın demeden imha edin!” “Bize gelen yazıda dehşetli bir ifade vardı. Aynen şöyle diyordu: ‘Dersim’e derhal gidilecek ve orada canlı varlık adına hiçbir şey bırakılmayacaktır. Parantez içerisinde “Bunlar içerisine her çeşit hayvan dahildir. Bunlara her çeşit ot ve buğday da dahildir” deniliyordu.
Ben kıta komutanıydım. En zor ve çetin vazifeyi bize verdiler. “Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerekir” dediler. Halbuki ben o zamana kadar bütün cephelerde silahlı düşmanla savaşmıştım. Bir asker silahsız masum insanları nasıl öldürebilir? Bu yüzden müthiş bir hüzün ve ıztırap içindeydim....
Kimseye hissimi açmaya imkan yok. Kimseye emniyet edip söyleyemiyorum... Merhum pederimle tam vedalaştım. Kapımızın önünden geçen tabura yetişmek üzere atıma bindim, gidiyordum. Zor bir durumdaydım. Baktım bizim hizmet eri elinde bir zarfla bana doğru koşuyor... (İhsan Atasoy, Nur’un Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil, s. 111, 442)
Bu mektup Üstad Bediüzzaman’dan geliyordu. Kastamonu’dan yazılmıştı. Üstad, “Birinci Talebesi”ni şöyle teselli ediyordu.
Hulûsi'nin bir sıkıntısı var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur'un talebelerine yardım ve rahmet, bekçilik ederler ve korurlar. Dünyanın sıkıntıları mâdem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle karşılık vermek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz. (Günümüz Türkçesiyle ve Açıklamalı Kastamonu Lahikası, s. 267-269)
Hulusi Bey isyan bölgesine gittiğinde, halkın dağlara çekildiğini görür. Elini kana bulamadan geri döner.
Bediüzzaman, kendisine yapılan zulümlerden bazılarını nazara verdiği Mahkeme-i Kübrâya Şekva isimli on maddelik müdafaasında, Dokuzuncu ve Onuncu Maddelere yer vermez. Bu iki maddeyi şöyle geçiştirir:
Dokuzuncusu: Çok önemlidir; kuvvetlidir. Fakat siyasete temas ettiği için susuyorum.
Onuncusu: Bu da hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat bulunmadığı halde sırf manasız kuruntudan küçük bir meseleyi abartıp, olduğundan büyük göstermekten ibaret olup hiçbir kanuna sığmayan bir saldırıdır. Mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için bunun hakkında da konuşmayarak….
Sonraları bu Dokuzuncu Madde Abdurrezzak ve diğerleri tarafından kaleme alınıp yayınlandı. Bu maddeler savcının Üstad’ı Mustafa Kemal’e Süfyan demiş olmasıyla ilgili. Fakat iki yerde Dersim Olayı’ndan bahsediliyor. Aktüel olduğu için müdafaalarda yer almayan bu kısma yer vermek istiyoruz:
En Has Nurculara mahsustur
Bizi mahkum eden heyetin Risale-i Nuru okumalarının hatırı için Üstadımız, Ahiretin Büyük Mahkemesine Şikayet dilekçesinin Dokuzuncu Maddesini mahrem tutup yazmamış. Fakat madem en inatçı Avrupa filozofu ve en gururlu ve tutucu Mı-sır ve Şam’ın âlimleri bir defa Zülfikar ve Asay-ı Mûsa’yı okumakla onlara taraftar olup beğendikleri halde, bu insafsız heyet, onları iki sene dikkat ile okudukları halde gizlemeye çalışmaları ve serbest bırakmadılar, öyle ise “Daha onların hatırı tutulmaz” diye o mahrem ifade şöyle açıklandı:
Said ve Nurcular aleyhindeki kararnamenin 57. sayfasında bizi mahkum etmek için son suçlamalardan birisi şudur:
“Said Nursi, devletin kanunlarını uygulayarak kanunlara karşı çıkan ve muhalefet edenleri adâletin pençesine teslim eden çok âmir ve memurları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, dinsiz ve münafık olarak tabir etmekle tam suçlu olduğu için mahkum ediyoruz.”
Bunların bu suçlamalarına karşı hapse giren Nurun bir kısım talebeleri şöyle cevap veriyorlar: “1938 senesinde Dersim Faciası ki Doğu Mecmuasının 17. sayısında “Doğu Faciası” manşetiyle bu olayın tam tamına aynını yazdı ki: Dünyada hiç örneği gerçekleşmemiş, büyük bir zındıklık, münafıklık ve vatan millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kesin olarak ispat ediyor……
Hayret vericidir ki, savcının iftira dolu suçlamasında en fazla iliştiği ve Said’i suçlama sebebi olarak gösterdiği Siracunnur’un sonundaki Beşinci Şua’nın Meselelerinde “Said demiş ki: Başa şapka koymaya zorlayan süfyan, öyle dehşetli bir baskı rejimi ile hareket eder ki: Bir câni yüzünden yüz köyü harap eder, bir asi yüzünden binler masumu mahv eder” ifadesi için Said’in mahkumiyetine ısrarlı bir şekilde çalışıp: “...(şahsa) hakaret ediyor, inkılaplar aleyhindedir” demiş.
Cevap: Yine o cevabı veren Nur talebelerinden Abdurrezzak isminde birisi diyor ki: İşte, o davanın doğruluğunu gösteren yüz emareden birisi, 1938'deki Dersim faciasında binlerce masumu, ihtiyar kadınları hem öldürüp, hem ateşlere atması; bir isyan kuruntusu ve ihtimali yüzünden yaktırması, Beşinci Şua’nın o hükmünü kesin hakikat olarak gözlerine sokuyor. (Günümüz Türkçesiyle ve Açıklamalı Tarihçe-i Hayat 1:603-607)