Edebiyatta anlatımın çeşitli türleri vardır. Tahkiye, diğer ismiyle kurmaca, tiyatro, dramatize etme gibi. Mizah, ironi daha başka ifade şekilleri. Bunlardan biri de fantastiktir. Fantastik anlatıma neden ihtiyaç duyulur? Fantastiğin üzerine bir kitap yazmış Tzevertan Todorov. Fantastik insanların hakikatlere bir şeylere, değerlere, her ne olursa olsun ülfet etmeleri ile bazı yazarlar fantastik türünü kullanmışlar. Ama insanda eşya, insan ve olaylara yeniden bakmayı doğurduğu için fantastik etkili bir anlatım tarzıdır. Çocukların sorgulama yaşları vardır, yedi yaşından sonra o yaşa göre yeni uyanmış, bakmak ve görmek ve sorgulamak tarzı, anne veya babasından bir takım olayları sorar. Çünkü çocuklardan orijinali görmek büyüklere göre daha gelişmiştir. Mesela bir çocuk köpeği, kuşu gördüğünden onun orijinalliğini bilerek bilmeyerek sorgular, peşine koşar. O anne ve babası ve çevresi gibi olaylara ülfet etmemiştir, zamanla göre göre o da ülfet ordusuna katılır, sormak, araştırmak gibi bir tarafı kalmaz.
Kur’an’da Hz. İbrahim daha henüz çocukken sorgular. Rabbinin kim olduğunu soruşturur. Yıldızlardan, güneşlerden istidlalle kendine yol açmaya çalışır. Dehalarda akıl ve diğer melekeler gelişmiştir. Peygamberler istisnasız zeka itibariyle dehadırlar. Bu yüzden Hz. İbrahim sorgulama ile Allah’ı bulur. Bir insan beş yaşına bastığında yirmi yaşın zeka ve görmek seviyesi ile olaylara, insanlara baksa, onların orijinal olduğunu görür. Aklı ve mantığı uyuşmamıştır, zamanla uyuşur ve görmez, düşünmez.
Etrafımızda gördüğümüz herşey olağanüstü sanat eserleridir, orijinaldir. Bediüzzaman Yirmi İkinci Sözün birinci kısmında neden böyle bir anlatım seçtiğini bir ayetle ortaya koyar. “Ve yedribullahül emsale linnasi laallehum yetezekkerun. Ve tilkel emsalü nedribuha linnasi laallehum yetefekkerun.“ Burada seçtiği örnek darbı mesel yani örnekleme tarzıdır. Yani böyle bir yolu seçmesinin nedeni Kur’an’ın öngördüğü insanlar için “yedribullahül emsale” taki tezekkür etsinler, taki tefekkür etsinler. Bediüzzaman örnekleme şampiyonudur, birçok şeyi örneklerle anlatır. Hakikati anlaşılır hale getirir böylece.
Bu söz şöyle başlar. “Bir zaman iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalade bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acib bir aleme götürülmüşler.“ Acib anlaşılması güç olan eşya ve nesneler, olaylar için kullanılır, Kur’an’da da birçok yerde vardır. Acib, acaib, taaccüb hep müteradiftir. Burada acib alem içinde yaşadığımız alemdir, ülfet ettiğimiz herşey bütün halinde, parça halinde aciptir. Taaccüb ettirir. Farzet ki havuz ana rahmi olsa dünyaya gelen çocuk da birden herşeyi acip şekilde görür. Yani yirmi yaşında doğsaydık, herşeyin ne kadar acip, acaip olduğunu görürdük. Bu manayı vermek için Bediüzzaman bu örneği vermek suretiyle insanın bakışını ve anlamasını sorgular, anlatımda taacüb eder, ta ki alışılmış olayların nasıl farklı ve orijinal olduğunu anlatsın.
İçinde yaşadığımız dünyayı nasıl yeni bir gözle anlatır: “Öyle bir alem ki kemal-i intizamından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. Kemal-i hayretlerinden etraflarına baktılar.” Kemal-i hayretlerinden diyor, yani bu alıştığımız herşeye tam şaşkınlık içinde baktılar. Bir arının o küçücük dimağı ile gidip çiçeklerin bal özlerini seçip kafasından bala dönüştürüp getirip sefertası hükmünde peteğe koyduğuna bakın. Ne kadar hayret edilse azdır ama insanlar hayretlerini öldürdüklerinden herşey onlara alalade gelir. Kur’an da insanın ülfet perdesini ayetlerle kırar bu konuda çok ayetler vardır. Elemtere girişi ile sürekli birçok ayette, “bakmaz mısınız, görmez misiniz” diye ülfeti kırar. Yağmur nasıl yağar, güneş nasıl döner daha nice örnekler. Bakmayı öğretir, düşünmeyi öğretir mukaddes kitabımız. Bu yüzden Bediüzzaman hep hayret etmiştir ve bu hayretlerini eserlerine dökmüştür. İnsanların hep paraya ve benzeri nesnelere hayret etmeleri bir hayret şirkidir.
“Gördüler ki bir cihette bakılsa azim bir alem görünüyor. Bir cihette bakılsa muntazam bir memleket. Bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir. Diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir alemi içine almış bir saraydır.“ Bediüzaman orjinali yakalatmak için mutadımız şeyleri nasıl farklı bir açıdan anlatır.
“Şu acaip alemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki bir kısım mahluklar var, bir tarz ile konuşuyorlar. Fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız işaretlerinden anlaşılıyor ki mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.“
Biz hayvanların dilini anlamıyoruz ama inek süt yapıyor mühim bir iş. Eğer yaptığı işe göre konuşsaydı kulaklarımızı tutardık. Ben size süt yapıyorum siz ezanı duyunca yatıyorsunuz, bir daha hayır! Hz. Süleyman’ın Hüdhüd’ü de önemli iş yapıyor etrafı dolaşıp efendisinin nübüvvet görevine yardımcı oluyor. Sen diğer kuşlara bak, bize göre onlar kuş. Ama ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.
Fantastiğin varlığı anlamlandırmada Bediüzzaman’a nasıl kolaylık getirdiği görünüyor. Normalde insanlar böyle yanılmalar yaşamaz, nasıl görünürse öyle görür. Bediüzzaman herşeyi ilk defa görmüş gibi görüyor ve kahramanlarıyla da öyle gösteriyor.
“O iki adamdan birisi arkadaşına dedi ki “Şu acib alemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir maliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musanna sarayın bir ustası vardır.”
Acib alem, yani bu kadar eşya, olay ve canlının birlikte alemin yaratılış maksadına ve çalışmasına engel olmayacak şekilde organize edilmesi elbette, anlaşılması güç bir hakikattir, acibdir. Elbette inanmayanların kaotik gördüğü bu alemi tedbirleriyle idare eden bir müdebbir vardır. Burası musanna bir saraydır. Sanatlıdır, sanatlı olmayan şey yok, sanat maharet ister, dikkat ister. Bu kadar iç içe sanatlı şeylerin bir sanat koordinatörü ve bir sanat atölyesi var mı, hayır. Hepsi vakti geldiğinde toprağın altından, rahimden, yumurtadan çıkıyorlar. Elbette musanna sanatlı bir saraydır.
Bütün bu yapılanları yapanın isteği olmalıdır. “Hem koca bir alemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa harika şeylerle dolduran ve müzeyyenatının envaıyla tezyin eden ve ibretnüma mucizatlarla donatan bir Zat elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. O’nu tanımalıyız, hem ne istediğini bilmekliğimiz lazımdır.”
Harika kelimesi sarayın her şeyi sıradan değil. Harika kelimesini çok kullanıyor Bediüzzaman. Siyasetin yıkıcı tesiri olmazsa Risale-i Nurlar’ın daha parlayacağını söylüyor ama ülke öyle bir siyaset havası ile dolu doluyor ki insanlar olaylardan kainata ve tabiata ve anlamlandırmaya yanaşmıyor veya ülfet edip öylesine gidiyor. Müzeyyenatının envaıyla tezyin etmek, yani süsleme sanatları her varlığı farklı şekilde süslüyor, envaı var onların. Süsleme sanatları bir sektör, insanlar süslenmek için büyük paralar ve çabalar sarfediyor. Koca kainat süsleniyor, her varlık ya kendini ayna önünde hazırlıyor ya da aklımızın yetmediği bir şekilde süsleniyor. Acip değil mi? Sonra ibretnüma mucizelerle donatmak. Ne kadar konuya uygun kelimeler seçmiş hepse ülfeti ve donuk bakışı kırmak için seçilmiş. İbretnüma ibret gösteren mucizeler. Bunlar ibret alınmak için yaratılmış. Eser anlamlı bakış ile anlamsız bakışın kavgasıdır, Bediüzzaman’ın şahıslarla hakikatleri tebeyyün ettirme başarısıdır.
Eser dikkat etmeyi öğreten bir alfabe gibi. “Gel her tarafa bak, herşeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor.” On iki bürhanın hepsi gel ile başlıyor, anlamlandırmanın pratiğini yaptırıyor Bediüzzaman. Kur’an da müteaddid yerlerde insanı bakmaya çağırıyor. On birinci bürhan anlamlandırmanın öğretmeni Peygamberimizi (asm) yine çok estetik bir şekilde anlatır.
“Gel ey arkadaş, şimdi sana geçmiş olan on bürhan kuvvetinde kati bir bürhan daha göstereceğim. Gel bir gemiye bineceğiz, (gemi tarihe ve cezire ise Asr-ı Saadete işarettir.) Şu asrın zulumatlı sahilinde, mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunup, zamanın denizine girip tarih ve siyer sefinesine binip, Asr-ı Saadet ceziresine ve Ceziretül Arab meydanına çıkıp, Fahr-i Alem’i (asm) iş başında ziyaret etmekle biliriz ki O Zat o kadar parlak bir bürhan-ı tevhiddir ki, zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve dalalet zülumatını dağıtmıştır.”
Sadece şu haşiye büyük bir sanat harikası. Bediüzzaman’ın anlatımı gerçekten örneği olmayan bir ifade etme gücü. Gemi, tarih, zaman, siyer, asr-ı Saadet ceziresi, Ceziretül Arab. Zamanın iki yüzünü aydınlatmak. Boşuna “Risale-i Nura akılları ve kalpleri musahhar eyle“ demiyor. Hazine büyük ama…
“Şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı alemin (tılsımlı alem ne demek) anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar. İşte bak gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık, bak pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azimenin bir reisi var. Gel daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız. İşte bak, ne kadar parlak binden (Bin nişan ise ehl-i tahkik yanında bine baliğ olan mucizat-ı Ahmediyedir.“
Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet ediyor: “Şu onbeş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim, sende benden öğren. Bak O Zat şu memleketin müciznüma Sultan’ından bahsediyor. O Sultan-ı Zişan beni sizlere gönderdiğini söylüyor. Bak öyle harikalar gösteriyor, şüphe bırakmıyor ki bu Zat o padişahın bir memur-ı mahsusudur.”
“Sen dikkat et ki bu Zat’ın söylediği sözü değil yalnız şu ceziredeki mahluklar dinliyorlar, belki harikulade suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünkü uzaktan uzağa herkes buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor, belki hayvanlar da hatta bak dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki yerlerinden kımıldanıyorlar. Şu ağaçlar işaret ettiği yerlere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hatta parmağını da bir abıkevser memesi gibi yapar, ondan abı hayat içiriyor. Bak şu sarayın kubbe-i alisinde (her taraf mücevher gibi kelimelerle dolu) mühim lamba (mühim lamba kamerdir ki O’nun işaretiyle iki parça olmuş) yani Mevlana Cami’nin dediği gibi ”Hiç yazı yazmayan o ümmi, parmak kalemiyle sahife-i semavide bir elif yazmış, bir kırkı iki elli yapmış. Yani şaktan evvel kırk olan mime benzer şaktan sonra iki hilal oldu, elliden ibaret iki nuna benzedi.)
Demek bu memleket bütün mevcudatıyla O’nun memuriyetini tanıyor. O’nu gaybi bir Zat-ı Muciznümanın en has ve doğru bir tercümanıdır, bir dellal-ı saltanatı ve tılsımının keşşafı ve evamirinin tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyor gibi. O’nu dinleyip itaat ediyorlar. İşte bu Zat’ın her söylediği sözü etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “evet evet doğrudur” derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lambası (haşiye: Büyük nur lambası güneştir ki arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi kacağında Peygamberin yatmasıyla (asm) ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (ra) o mucizeye binaen ikindi namazını edaen kılmış.”
İşte ey sersem arkadaş, şu padişahın hazine-i hassasına mahsus bin nişan taşıyan şu nurani ve muhteşem ve pek ciddi Zat’ın bütün kuvvetiyle bütün memleketin ileri gelenlerinin talt-ı tasdikinde bahsettiği bir Zat-ı MUCİZNÜMA’dan ve zikrettiği evsafından ve tebliğ ettiği evamirinde hiçbir vecihle hilaf ve hile bulunabilir mi? Bundan hilaf-ı hakikat kabilse, şu sarayı, şu lambaları, şu cemaati, hem vücutlarını, hem hakikatlarını tekzip etmek lazım gelir. Eğer haddin varsa buna karşı itiraz parmağını uzat! Gör nasıl parmağın bürhan kuvvetiyle kırılıp gözüne sokulacak…!”
Bu cümlelerde anlatılan Peygamberimiz (asm) Risale-i Nur‘da hiçbir yerde olmadık şekilde icmai, ironik ve fantastiktir. Bediüzzaman söz söyleme sanatında bu kadar mahirdir işte.
Bediüzzaman bu fantastik bölümü hikaye-i temsiliye olarak ifade eder. Temsili hikayenin farklı şekilleri var. Bediüzzaman mutad realitenin perdesini böyle bir anlatımla kırıyor ve insanları düşünceye sevkediyor. Bediüzzaman’ın eserlerinde kullandığı ifade şekilleri çok farklıdır, bu sadece onlardan biridir.