İçindekilerle birlikte bütün kâinat insan denen varlığın hizmetinde. Bu, Kutsal Kitabımızın O göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir (Casiye:13). ayetinde de anlamını bulmaktadır. Böyle olunca insanın çevresine karşı sorumluluğu da bir kat daha artmaktadır.
Elbette hizmetimize verilen bunca nimetlerin, zenginliklerin bir bedeli olmalı. O da bizim bu varlıklara karşı emanet duygusu içinde davranmamızdır. Şüphesiz bu duygunun başat motifi şefkattir.
Hele bitki ve hayvan gibi masum bir varlık olursa, şefkatin eşlik etmediği her tutumumuz onlara karşı işlenen bir cinayetten farksızdır. Çiçek dalında güzeldir ya, yalnız keyfi olarak onu koparmak bir insafsızlık değil de nedir? Durup dururken yeşil otları koparmanın ve masum hayvancıkları rahatsız edip öldürmenin gerisinde acıma duygusunun yetersizliği yatmaz mı? Her ne olursa olsun acımayan acınmaya layık değildir.
Şefkat, bizim en değerli duygumuz ve iç dünyamızın süsüdür. İletişimimizin de en etkin aracıdır. Çevremiz bu duygu sayesinde nefes almakta ve bu duygunun etrafa saçtığı sevgi dalgalarıyla gülümsemektedir. Şefkati insan eylemlerinden bir çıkartın hele, çevrenin, kin ve düşmanlığın körüklediği bir kanlı savaş alanına dönmesi an meselesi olur; o zaman ne toz kalır ne duman. Ekolojik dengenin bozulmakta olduğu dünyamızın bu aşamasına gelmesine asıl neden asla şefkatin dehaleti olamaz; olsa olsa vahşettir, gözü dönmüşlüktür, cehalettir ve görgüsüzlüktür.
Bizim dinimiz masum hayvanlara karşı merhametli davranmayı her şeyden önce bir ilke olarak emretmiştir. Öylesine ki Yerdeki mahlûklara acımayana, gökteki melekler acımaz (Taberani). diye Peygamberimizin hadisinin işaretiyle bizi kurtaracak olan, ancak çevremizdeki masumlara karşı acıma duygusunun sindiği davranışlarımızdır. Bize zararı dokunmayan hayvancağızlara karşı kuvvet ve şiddet kullanmada asla mazeretimiz olamaz. Bu yaklaşım, çağlar boyunca İslam toplumlarında saygın bir kültür olarak gelişmiş, hayvanlara yardım kuruluşlarının doğmasına sebep olmuştur. Vahşi hayvanların bile gelip karınlarını doyurmaları için çölde yapılan özel barınaklar az değildir.
Günümüzde asrın adamı Bediüzzaman, bir ölçü adamıdır. Elbette çevreye karşı duyarlılığı da örnek boyuttadır. Çevredeki hayvanlara karşı tutumu ise birçokların ezberini bozacak niteliktedir. Onun dünyasında hayvanlara karşı iyilikte bulunmak insanlara karşı yapılan iyilikle eşdeğerdir. Hayvanı seven, ona iyilikte bulunan, asla zarar vermeyen, yediğinden yediren, içtiğinden içiren ve hatta onun için özel gıdalar hazırlayan için, insanı da sevmesi konusunda vereceğimiz hükümde yanılma payımız son derece azdır. Ama aynı şeyi hayvanlara zarar verenler ve hayvanları sevmeyenler için söyleyemeyiz.
Bediüzzaman değil hayvanlara bir eziyet vermeyi, haksız yere onların aleyhinde konuşmayı bile istemeyecek kadar duyarlılığa sahipti. Bu konuda Molla Resûlü ikna etmek için anlamlı başlattığı diyalektiği, onun hayvanlar hakkındaki düşüncesinin ne kadar ilginç boyutlarda olduğunu göstermede yeter de artar bile. Olayı olduğu gibi almada yarar var:
Bir gün camiin hücre kapısı bir unutkanlık eseri olarak açık bırakılmıştı. Kimsenin olmadığı bir zamanda bir köpek içeri girer ve içinde kıyma-kavurma olan küpün içine kafasını sokup yer. Kafasını çıkaramayınca da küpü kırıp kaçar. Bu olaya talebelerin canı çok sıkılır. Köpeğe bir tuzak kurup paylamayı kafalarından geçirirler. Duruma muttali olan Bediüzzaman onları bu sevdadan vazgeçirmek ister. Bediüzzamanla senli benli konuşan Molla Resûl, Seyda biraz kıymamız vardı. Biz kıyamıyorduk ki, yiyelim. Halbuki bir köpek gelerek hem kıymayı yemiş, hem de küpü kırmış. Bize zarar verdi. Nasıl biz onu dövmeyelim! demiş. Bediüzzaman, Molla Resûl, senden soruyorum, vicdanen söyle, sen aç kalsan, paran da olmasa, bir şey almaya gücün de olmasa, nihayet açık bir yerde bir et bulsan, yer misin, yemez misin? Halbuki aklın var, idrak ediyorsun, bu etin sahibi var diye sorar. Molla Resûl, biraz düşündükten sonra, Evet, yerim diye cevap verir. Bediüzzaman mantıklı konuşmasına devam eder: Bu hayvandır, aklı yoktur. Haramı helali bilmiyor. Hayır ve şerri tanımıyor. Sahibinin kendisini döveceğini de bilmiyor. Elbette açık kapıdan girip, kıymalarınızı yemiş. Bundan dolayı cezaya müstahak mıdır? Sizden soruyorum, elinizi vicdanınıza koyarak cevap verin. Molla Resûl ve arkadaşları köpekte kabahat olmadığını itiraf edince Bediüzzaman, Madem öyledir. Bu hayvanın gıybetini yapmayın ve helal edin. der. Biraz şakacı da olan Molla Resûl gülerek, Seyda içimizden gelmiyor ki, helal edeyim. Fakat siz helalleşmeye bizi ikna ettiniz. der.
Bazı hayvanları öldürme konusunda dindar halkımızın içine birçok hurafeler de girmiştir nedense. Bunlardan biri olan yedi kertenkele öldürmenin bir hac sevabı kazandıracağına inanan Molla Hamid de vardı. Gezintiye çıktığında bir taşın üzerinde güneşlenen kertenkeleyi öldürdüğünden söz eden Molla Hamide üzüntüsünü yansıtan Bediüzzamanın şu soruları da ilginçtir:
-O hayvan sana taarruz etti mi?
-Elinden bir şeyini aldı mı?.
-O hayvanın rızkını sen mi veriyorsun?
-Senin mülkünde mi, arazinde mi geziniyordu?
-Sen mi yarattın?
-Bu hayvanların niçin yaratıldıklarını, yani fıtrî vazifelerini biliyor musun?
Molla Hamidde ses ve cevap yok. Ve o zaman Bediüzzaman hayvanların yaratılmasındaki hikmeti şu veciz sözlerle ruhuna nakşetmek ister: Bu hayvanı yaratan Hâlik, senin öldürmen için mi yaratmış? Sana kim dedi öldür? Bu hayvanların yaratılışında binlerle hikmet var. Bu hikmetler saymakla bitmez. Onu öldürmekle hata etmişsin.
Bediüzzaman hayvanlar konusunda, hangi tür olursa olsun, son derece duyarlıydı. Cumhuriyetçi olmaları dolayısıyla karıncalara karşı hem ilgisi ve hem de sevgisi vardı. Yine Molla Hamidden: Bir gün Üstadlarına bir oda yapıyorlardı. Kazarken karınca yuvası çıktı. Üstad yuvayı görünce orayı kazmamalarını emretti. Sebebini sorduklarında ise Bir ev yıkıp bir ev yapmak olur mu? dedi. Yine Bediüzzaman karıncaların yanına geldiğinde ekmek, bulgur ve şeker koyardı. Şekeri niçin koyduğunu sorduklarında da gülerek Bu da onların çayı olsun derdi.
Sayıya gelmez sinek türleri var ve her türü de yine sayıya gelmez çokluktadır. Sineklerin ne önemi var demede bir beis görmeyiz belki. Ama hayır, her canlının kendine ve konumuna göre hikmeti var. Yüzbaşı Refet Barutçu anlatıyor: Biz sinekleri dışarı kovalamaya çalışırdık. Bediüzzaman soğuk diye buna razı olmuyordu ve arkasından şunu ekliyordu: Bunların zaten ömrü az kaldı. Yarın bunlar ölecekler. Bunlar benim gece arkadaşlarımdır.
Bir boğazdan gelen iki adam boyundaki koca yılana eline aldığı taşla vurmak için hazırlanan Mehmet Abbas Karayı ne yapıyorsun? diye durdurmuş Bediüzzaman, o gelsin, dokunmaz, sürünsün, taş vurmak yok demiş. Bediüzzaman bize canlıları öldürmeye izin yok diyerek ona ders vermiş.
Asrın adamı hayvanlara karşı o kadar şefkati vardı ki onlarla adeta empati kuruyordu. Bir gün avdan gelen ve torbasında da bir keklik olan Enver Tevfik Öztürke Bediüzzaman, Sen bunu eşinden ayırdın. Dişisi yalnız kaldı. Şimdi ağlıyor, sızlıyor demiş. Bu söz üzerine bu zat bir daha ava çıkmamış.
Bediüzzaman kuşları da çok severdi. Bir gün rengârenk tüyleri ile muhteşem görünümleri olan tavus kuşlarını dakikalarca seyre dalmıştı. Her zaman kedi beslerdi. Onların hazin mırmırları ile Ya Rahim Ya Rahim terennümleri meşhurdur. Onun bütün mahlûkata karşı şefkati zirvededir. Çoklarımızın kerih gördüğü farelere karşı da şefkatliydi; onların gelip gidecekleri yerlere yemeleri için yiyecek koyardı. Hayvan hayvandır elbette.
Bediüzzamanın hayvanlara karşı müşfik davrandığına dair olaylar o kadar çok ki, onunla yakından ilgilenen talebeleri tarafından muhafaza edilmişlerdir. Hepsini buraya almak mümkün olmaz elbette. Ancak bizim bu kadardan bile alacağımız çok dersler var.
Bu konuyu, ilginç olması noktasında Peygamberimizin bir hadisiyle son verelim: Bir kadın, bir kediyi hapsedip, yiyecek içecek vermedi. Bir şey bulup yemesi için de serbest bırakmadı. Kedi öldü, kadın da bu yüzden Cehenneme müstahak oldu (Buhari).