Bedîüzzaman ve ilim-2

İsmail AKSOY

İLİM İKİ KISIMDIR

 

Bilmek manasına gelen Arapça bir kelimedir. Peygamberimizden rivayet olunduğuna göre, kendisine üç çeşit ilim vahyedilmiştir:

1. İlm-i ahkâm : Açıklamak zorunda olduğu ilim.

2. ilm-i sırr-ı kader : Havas tabakasının bir kısmından başkasına açıklanmayan ilim.

3. İlm-i esrar : Açıklamakta muhayyer kaldığı ilim.

 

1-Kesbî: Kazanmakla elde edilen ilim. Buna kesbî ilim denir. Bu tahsil etmekle ve telkin ile elde edilir, Yani calışılarak , alimlerin dizinin dibine oturularak, kitaplar okuyarak kazanılan ilim demektir. Allah’ın tabiata koyduğu “kevnî kanunlar” çerçevesinde çalışarak elde edilebilecek “ilme’l-yakîn” (yakîn mertebesinde bilmek) ve “aynel-yakîn” (müşahede-gözlem seviyesinde) kesin bilgidir.

Kesbî ilim, akıl yolu ile Şeriat-ı Garrâ'yı bilmeyi hedef alan bir usûlün mahsûlüdür. Bununla helal, haram, iyiliği emir, kötülüğü nehy gibi hususların arasını ayırmak esas alınır.

 

2-Vehbî: Cenâb-ı Hak bunu kulunun kalbine atar. Buna marifet denir. Vehbî ilme, ledünnî ilim de denir. Vahy olursa nebilere mahsus olur, şayet ilham olursa hem enbiya, hem de evliyaya mahsus olur. Bu ilim, Kur'an-ı Kerim'de şu âyetle dile getirilir: "Onlara biz öğretiriz" (1). Bâzı mânevî özelliklere hâiz kişilere, özel olarak hibe edilen ve “ilm-i ledün” denen gizli, bâtınî, gaybî/metafizik bir bilgidir. Bu mertebe “hakka’l-yakîn”, yani kalb-sezgi, vicdan ve kanaat-i kat’iyye seviyesinde kesin bilgidir.

Ledün ilmi, mâneviyât sahiplerinden “hakka’l-yakîn” mertebesine çıkanlara ihsan edilebilir.

Ledün ilminin hakikati, Kehf Sûresi’nin 60-82. âyetlerinde, Hz. Mûsâ ve Hz. Hızır’ın (as) mâceraları nakledilirken dikkate sunulur.

 

Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nin hayat devrelerine dikkat edecek olursak, eski Saîd, yeni Saîd ve üçüncü Saîd devrelerini görürüz. Ancak Üstad Bedîüzzamân Hazreteleri’nin Eski Saîd devresinde daha çok ilm-i kesbînin hâkim olduğunu müşahede ediyoruz. Risâle-i Nûrların çeşitli bölümlerinde özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kosturma (Kostroma) günleri, İstanbul’da Yuşa Tepesi’ndeki halet-i rûhiyesi, Sünûhât’taki “Rüyada Bir Hitâbe” gibi bölümlerde Üstad Bedîüzzamân Hazretleri yeni bir döneme geçişin sinyallerini vermektedir. İşte bu devreler Yeni Saîd devresine geçiş süreci olarak telakkî ediliyor ve Üstad ilm-i ledün yanî vehbî ilme mahzâriyete hazırlandığının hal ve davranışlarının izdüşümlerini göstermektedir.

 

Bu süreç dikkatle takip edildiğinde,  Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin Eski Saîd devresinde çok üstün bir kabiliyet ve mevhîbe-i ilâhî olarak kendisine bahşedilen zekâ ile olağan üstü şartlarda te’lîf ettiği eserlerden sonra, tüm insanlığın dünya ve ahiret hayatını/saâdetini yakından  ilgilendirecek olan Kur’ân’ın hakîkatlerinin zuhur zamanının gelmesi ve” Âlimler  peygamberlerin varîsleridir.” sırrınca  Cenâb-ı Hakkın bu son asırda bütün insanlığa bir lütuf ve rahmet olarak ilm-i vehbî ile Allah tarafından donatılmış ve ism-i hakîme de mazhar kılınmış olduğunu ve Risâle-i Nûrların te’lîf edilmesi kendisinin irâdesinin dışında ihtâr, ilhâm, sünûhât, feyz-i Kur’ân ile kendisine bahşedildiğini anlamış oluyoruz. Bilahere  Eski Saîd devrelerinde te’lîf edilen eserlerin kalbe ihtar ile Risâle-i Nûrlara dahil edildiğini, Eski Saîd eserlerinin şerh, îzâh ve haşiyelerini 1950’li yıllarda kendisinin yaptığını görüyoruz.

 

İşte Bediüzzaman’a  muâzzam bir kapasite verilmiş, O da bu kapasiteyi lâyıkıyla değerlendirmiştir. Göz penceresinden âlemi seyreden ruh, beyin merkezinden de gerçekleri temâşa eder. Aklın vazifesi gerçekleri kavramak, beynin fonksiyonunu ise"Tefekkür"dür.

Risâle-i Nur’un, kesbî ilmin yanında vehbî ilmin de mahsulü olduğunu, Prof. Dr. İbrahim Ebu-Rabi “Sadece akılcı bir tarz ile yazılmamış, İlâhî bir ilhâmın kokusu da alınıyor. Risâlelerin bu tarz yazılış biçimi, sadece Bediüzzaman’da görülüyor” sözleriyle ifade ediyor.

 

ÂLİMLER PEYGAMBERLERİN VÂRİSİDİR

 

Peygamber Efendimiz:  “El-ulemâü veresetü’l Enbiyâ’ ="Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler" hadîs-i şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i'cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar.

Zira mademki bir âlim, Peygamberlerin vârisidir; o halde hak ve hakikatın tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takib etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün  dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri takib, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...


İşte Bediüzzaman; yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür'ati ile aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette isbat eden bir zâttır.”( 2)

BEDİÜZZAMANDAN İLME TECDÎDÎ BAKIŞ

 

Risale-i Nurlar Kur’ânın malıdır ve medresenin ürünüdür.

Ben o mübârek medresenin talebesiyim. Hazret-i Seydâ son nefesini vereceği anda talebe-i ulûmun ruhunu kabzeden meleği istemesi ve aynen Risâle-i Nûr’un mesleğinin bir nev’inde hareket etmesi gibi acîb bir temâyüzü vardır. Bugün hem Anadolu’da hem âlem-i İslâm’da çok geniş bir dâirede envâr-ı imâniyeyi neşreden ve talebe-i ulûmun kıymetini i’lân eden ve Kur’ân hakikatlerini ders veren Risâle-i Nûr,  o medresenin de mahsülü olması cihetiyle umûm âlem-i İslâm’daki bu büyük hayr-ı azîmden ve neşr-i hakîkat-i imâniyeden büyük hisseleri vardır. Şeref onlarındır. Ben her sabah, o medresenin üstâdlarını, talebelerini, Şeyh Ma’sum’u ve Sadreddîn’i duâlarımda ve mânevî kazançlarımda hissedâr ediyorum. (3)

 

Bediüzzaman Said Nursî (r. Aleyh), asrın hastalıklarına çözüm üretmede  klasik ilm-i kelâmin verilerini kullanmadı. Aynı zamanda varlık âlemini, sadece maddî akılla ve sehâdet âlemiyle sınırlı olarak anlamaya çalışan kadîm felsefenin metotlarını da reddetti. Çünkü bu tarz anlayışlar ve felsefî görüşler insana değer kazandıran anlayıştan yoksun, putperestlik kokan felsefî görüşlerdir.

 

Fakat O, insanın temiz ve berrak fıtratına hitap etmeyi, her türlü şirk kokan anlayışı reddetmeyi, bir Kur’ânî metot olarak benimsedi. 

Rabbânî ilhamlarla şeytânî vesveseleri ayırmayı zorlaştıran, riyazet ve bireysel tecrübelere dayanan işrâkî bilgiye de güvenmedi. Kur’ânın kuşatıcı ilkesinden hareket etti. Kur’ân âyetleriyle birlikte kevnî âyetleri, mantıkî kıyaslar yaparak kâinat mescidinde okumayı ve okutmayı başararak bu metotla Allah’a ulaşmayı hedeflemiş  bir mütefekkirdir.(4)

 

Bunu yaparken, dikkat ve derinlik boyutuna vurgu yaparak ilmin yol göstericiliğine dikkat çeker. Zira varlık âleminin sırlarını keşfedecek, haritasını, esrarengiz düzenini ve milyonlarca ayrıntıyı insanın kabiliyetine sunarak yüce yaratıcının esmâ, sıfat ve şe’nini ortaya koyacak olan ilimdir, bilgidir.

 

İnsanın fakr ve ihtiyacını ortaya koymasıyla hikmet tecellilerinin perdeler halinde açılmasıyla kör kuvvet, sağır tabiat, şaşkın esbâb ve tesadüf bulutları yok olur, dağılır gider.(5)

(Devam edecek)

 

DİPNOTLAR:

1-     Tevbe, 9/101.

2-     Nursî, Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, Önsöz.

3-     Said Nursi’nin (M. Sungur vasıtasıyla) Sadreddin Yüksel’e gönderdiği tarihi mektup, Müfid Yüksel.

4-     Bkz. Nursî, Bedüzzaman, Kelimât, trc. İhsan Kasımî, s.144, 175, 512, 515, 644, 648.

5-     Sözler, s. 179-184

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.