Bediüzzaman ve Mardin (I)

Abdulkadir MENEK

Mardin. 
Güzel ve kadim şehir. 
Binlerce yıldan beri, dostluğun ve kardeşliğin adım adım, nefes nefes yaşandığı verimli bir barış zemini.

Sanatın ve inceliğin yalnızca insanların kalplerinde ve gönüllerinde değil, aynı şekilde taşlara bile nakış nakış işlendiği, farklı kültürlerin ahenk içinde raks ettiği medeniyetler diyarı. 

Bu güzel medeniyetler şehri, on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçmeye hazırlandığı yıllarda aziz ve ilmin peşinde koşmak heyecanından yerinde duramayan genç bir âlimi misafir eder.

Genç Said, Cizre'de, Mustafa Paşa ile yaşadığı çetin tartışmaların ardından bu ilim şehrinden, başka bir ilim şehri olan Mardin'e doğru yola çıkar.

Burada çok farklı zeminlerde ve farklı konularda önemli hadiselere şahitlik eder.
Bediüzzaman, Molla Said-i Meşhur olarak geldi Mardin’e.

Şöhreti, O’ndan çok daha önce gelmişti.
Yıl 1895’tir.
Bu garip ve bedi’ âlim sadece on yedi yaşındadır.
Gelir gelmez, bütün dikkatler O’na yönelmişti.

Bütün âlimleri münazaralarda mağlup eden, kimseye soru sormayan, gözünü budaktan esirgemeyen bu genç ve korkusuz şahsı, özellikle Mardin’deki ilim ve irfan erbabı çok merak ediyordu.

Her yerde olduğu gibi, Molla Said-i Meşhur, Mardin’de adeta bir fırtına gibi esti.
Bu şehre gelişi olay oldu, buradan kelepçeler takılarak gönderilişi de.
Bu meşhur delikanlının, bu kadim şehirde kaldığı mekânlar da, O’nun şöhretine münasip ve adeta seçilmiş mekânlardı.

Ulu Cami bu mekânların başında gelir.
Artuklular döneminde yapılan ve bu devrin mimari özelliklerini bünyesinde taşıyan bu güzel ve tarihi cami, Mardin’e damgasını vuran önemli eserlerden birisi olarak, bugün de bütün haşmeti ile ayakta durmaya devam etmektedir.

Bu caminin avlusunda bulunan odalarda ikamet eden alim ve talebeler ile birlikte bir müddet kalır ve onlarla şiddetli ilmi tartışmalar girer.

Hiç kimsenin diyeceği bir şey kalmaz, çünkü insan nazarı ile bakan herkes anlar ki, bu genç âlimin ilmi, öyle çalışmakla kolay kolay elde edilecek bir ilim değildir.
Bu Vehbi ilim, geleceğin dehşetli bir fitnesine karşı, tamamen ilahi bir ihsan olarak bahşedilmiştir.

Bazı büyük zatlar bu vaziyeti anlarlar, fakat bu durum,  kıskançlık ve haset duyguları ön planda olan bazı zatların kolay kolay kabul edebileceği bir durum değildir.

Fakat Molla Said-i Meşhur ’un, böyle kişiler ile uğraşacak zamanı da, niyeti de yoktur.
Bu hoca ve talebelerin cami avlusunda olduğu bir sırada Ulu Cami’nin minaresine çıkar.

Karşısında bütün haşmeti ile engin Mezopotamya ovasının Mardin bölümü uzanmaktadır.

Bu muhteşem ova, bu görünüşü ile adeta bir denizi andırmaktadır.
Dalgaları, Mardin tepesinin eteklerine çarpan, uçsuz bucaksız bir deniz.

Minarenin şerefesinde bir kaç tur atar, engin maviliklerle süslenmiş ovaya bir nazar atar ve aniden şerefenin demirlerinin üzerine sıçrar.
Kollarını iki yana açar ve bu incecik demirler üzerinde yürümeye başlar.

Belki o sıralar kimselerin o gün için duyamadığı şu sözler dudaklarından dökülmüş ve muhataplarına ulaşmıştır:
‘’Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, ve saireler!
Sizlere hitap ediyorum.
Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz.
Ve böyle demek sizlere borç olsun.
Bu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler.
Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum.
Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz.
Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.
Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki:
Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız.
Kapıcıya tembih edeceğiz; bizi çağırınız.
Mezarımızdan, ‘’sizi tebrik ederiz’’ sadâsını işiteceksiniz.

"Ey muhataplarım!
Ben çok bağırıyorum.
Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.’’

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.