Son günlerde ‘’Demokratik Açılım’’ çerçevesinde nazarlar yeniden Doğu’ya çevrildi. Konu bütün yönleri ile tartışılıyor, herkes görüş ve düşüncelerini ifade ederek, meselenin çözümü için katkıda bulunmaya çalışıyor. Tabi bu katkıda bulunma konusunda iki istisnadan bahsetmeden de geçmemek gerekir. Bunlar CHP ve MHP. Bu konu gündeme geldiğinde beri, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, çok sert ve agressif bir üslup kullanmaya başladı. Yıllardır uzlaşmacı ve mutedil bir görüntü vermeye çalışan Devlet Bahçeli’nin bu meselede son derece sert bir üslup kullanması ve meselenin çözümün için gayret gösterenleri ‘’ihanetle’’ suçlaması gerçekten çok dikkat çekicidir.
Yıllarca kan ve gözyaşı edebiyatı yaparak ve bölünme korkusunu pompalayarak siyaset yapanların, meselenin çözümü halinde malzeme sıkıntısı çekerek siyaset sahnesinin geri planlarına itilecekleri ve marjinal bir hale gelecekleri için, ortalığı velveleye vermelerinin kendileri için bir anlamı olabilir.
Fakat bu mesele yüz yıla yakın bir süre ile Türkiye’ye büyük zaman ve enerji kaybettirdi. Kürt meselesinin, ülkenin gelişiminin önünde en büyük engellerin başında geldiği inkar edilemez. Fakat bu kadar büyük bir meseleyi siyasi ve kısır hesaplarla sabote etmeye çalışmanın vatan ve millet sevgisi ile bağdaşır bir yönü olmadığı muhakkaktır.
CHP ise, zaten genlerinde mevcut olan siyasi şifrelerle, bugüne kadar hayırlı her hizmetin önünde durmayı ve sürekli bunalım politikası takip etmeyi bir gelenek haline getirmiştir. İnönü, Ecevit ve Baykal, hep aynı geleneğin temsilcisi olmuşlardır.
Bu siyasi duruşun ve olumsuz muhalefetin, millet nezdinde bir itibar görmediği, çok partili siyasi hayata geçilmesi ile birlikte bugüne kadar yapılan bütün seçimlerde ortaya çıkmış ve tescil edilmiştir. Dolayısı ile yetmiş yaşına gelmiş Sayın Baykal’ın, bu yaştan sonra alışkanlıklarından vazgeçmesini beklemek, hayalden öteye gitmez.
Biz burada bu kısır siyasi çekişmelerin ötesinde, meseleye çok başka bir perspektiften bakmak istiyoruz. Bu toprakların yetiştirdiği en büyük mütefekkir ve alim olan Bediüzzaman Hazretlerinin, yüz sene öncesinden başlayarak, vefatına kadar takip ettiği ve asla peşinin bırakmadığı ‘’Medresetüzehra’’ ile ilgili olarak yaptığımız mütevazi bir çalışmayı nazarlarınıza sunmak istiyoruz. Meselenin çözümü için 102 sene önce teklif edilen ve ancak bugün devlet yetkililerinin yavaş yavaş o noktaya geldiği bu hayırlı teşebbüsün serencamını buyurun hep beraber takip edelim.
Bediüzzaman Hazretlerinin dokuz yaşında tahsil hayatının başlaması ile birlikte yaklaşık yirmi yılı, medreseleri gezmekle, ders almakla, ders vermekle, bölgenin problemlerinin yerinde tespit etmekle geçti. 15 yaşlarında Doğu Beyazıt’ta Şeyh Mehmed Celali Hazretlerinden İcazetini aldıktan sonra doğu medreselerini gezdi, doğu ve güneydoğu illerindeki önemli problemleri ve özellikle eğitim konusundaki ciddi sıkıntıları yerinde tespit etti.
Şark’ın birçok bölgelerinde medreseler vardı, ancak bunlar ihtiyacı karşılamaktan son derece uzaktı. Yeterli miktarda öğretim elemanı mevcut değildi. Medreseler, çok ilkel şartlarda faaliyetlerine devam ediyorlardı. Medrese binaları çok ilkel sayılırdı. Bir odada çok sayıda öğrenci barınmaya çalışıyordu. Halkın yardımları ile ayakta durmaya çalışan bu medreselerde, maddi imkansızlıklar had safhada bulunuyordu. Eğitim metodu eskimişti ve çağın ihtiyaçlarına cevap veremiyordu. Bu eğitim ve maddi imkan yetersizliği, gelecekte çok büyük sıkıntılara sebep olabilirdi. Bu olumsuz şartların mutlaka düzeltilmesi ve bu bölgenin insanlarına zamanın gerektirdiği yeterlilikte bir eğitim verilmesi şarttı.
Bütün İslam aleminin ve özellikle Şark insanının üç tane büyük düşmanı vardı. Bu düşmanlar; cehalet, zaruret(yoksulluk) ve ihtilaf idi. Cehalet beraberinde yoksulluğu getiriyordu. Yoksullukla sıkıntılara düşen bu insanlar da kavgalar, çatışmalar ve ihtilaflar eksik olmuyordu. Bu üç düşmana karşı mutlaka yerinde ve etkin metotlarla mücadele edilmeliydi. Bu üç hastalığın çaresi de ‘’sanat, marifet ve ittifak’’ idi.
Cehalete, marifet ile; zarurete sanat ile ve ihtilafa ittifak silahıyla cihad edilmeli ve bu düşmanlar bertaraf edilmeliydi. Marifet ve eğitim olduktan sonra sanat da fıtri olarak peşinden gelecek ve bölgede cehalet ve fakirlikten kaynaklanan problem ve çatışmalar de en asgari düzeye inecekti. Öyle ise en önemli ve en acil olan konudan başlanmalıydı. Maarif (eğitim) probleminin hal edilmesi ve eksikliklerin giderilmesi için ciddi, gerçekçi, bölge insanlarının ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve bölgenin sosyal yapısı ile uyum sağlayabilecek bir proje geliştirilmeliydi. İşte ‘’Medresetüzzehra’’ projesi böyle bir arayıştan ve ihtiyaçtan doğmuştu.
Bu dönemde Van’da ikamet ettiği sıralarda Vali Tahir Paşa’nın da yardımları ile dünyadaki gelişmeleri yakından takip etme imkânı buldu. Bu problemlerin çözümü ve ‘’maarif, san’at ve fünun noktasında Şark’ın uyandırılması’’ maksadıyla Medreset-üz Zehra projesini hazırladı. 1907 yılının sonlarına doğru bu maksadını gerçekleştirmek maksadıyla İstanbul’a gitti. Padişah Sultan Abdulhamid ile görüşme imkânı bulamadı. Padişah ile görüşmek için yaptığı bütün teşebbüsler netice vermeyince, projesinin esas hatlarını ifade eden bir dilekçe hazırlayarak Saray’a takdim etti. Bediüzzaman, Sultan Abdülhamid’e verdiği dilekçede, Medresetüzzehra’nın üç şube halinde Bitlis, Van ve Diyarbakır’da açılmasını, buralara en az ellişer öğrencinin alınmasını ve masraflarının da hükümet tarafından karşılanmasını talep eder. Bediüzzaman’ın çok iyi niyetlerle açmak istediği ve Şark’ın huzur ve saadeti için zaruri olarak telakki ettiği bu düşünceye, büyük badirelerle karşı karşıya olan ve büyük sıkıntılarla boğuşan o zamanın yönetimi tarafından pek alaka gösterilmez.
Bediüzzaman burada projesi ile ilgili olarak detaylı bilgiler de vermiştir. “Camiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetüzzehra namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medrese” ifadesindeki “dârülfünun” kelimesinden Medresetüzzehra'nın eğitim seviyesinin üniversite düzeyinde olacağı anlatılmaktadır. Bunun yanında Bediüzzaman birçok yerde, Medresetüzzehra'nın Ezher sisteminde ya da üslûbunda olması gerektiğinden bahsetmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Medresetüzzehra'nın, tıpkı Ezher’de olduğu gibi, orta ve lise kısımları da bulunacak, Medresetüzzehra'nın üniversite kısmında okuyacak talebeler istenilen kıstaslara göre buralardan yetişecektir.
Dârülmuallimîn, yani öğretmen yetiştiren bir eğitim fakültesi de Medresetüzzehra'ya dahil edilecektir. Bu sayede Medresetüzzehra talebelerinin “eğitim formasyonu”na yönelik dersleri almaları sağlanacak; buradan üç dili, fen ve din ilimlerini ve formasyon derslerini öğrenerek mezun olan talebeler, ihtiyaç duyulduğunda, eğitim-öğretimin değişik kademelerinde hocalık, öğretmenlik yapabileceklerdir.
“Şu medrese… ukûl, yanında en âlâ bir mektep; kulup, yanında en ekmel medrese; vicdanlar, nazarında en mukaddes zaviyeyi temsil edecektir,” ifadesinden Medresetüzzehra'nın hem mektep, hem medrese, hem de zaviyeyi bünyesinde barındıracağı ve bunların vereceği faydaları temin edeceği anlaşılmaktadır. Ayrıca böyle üçlü bir yapıda, mektep, medrese ve zaviye âdeta bir ‘meclis-i şûra’ mahiyetinde olacak, birbirinin güzelliklerinden faydalanacak ve birbirinin noksanını tamamlayacaktır.
Medresetüzzehra'da din ilimleri ile fen ilimleri beraber okutulacaktır. Zira Bediüzzaman'a göre, “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir, ikisinin imtizacından hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüt eder.” İşte bunun için, “Fünun-u cedide, ulûm-u medaris ile mezc ve derc” edilecektir. Yani modern fen bilimleri ile medrese ilimleri olarak bilinen din ilimleri Medresetüzzehra'da birlikte okutulacaktır. Böyle bir şey aynı zamanda safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs edecek ve meleke-i feylesofânenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izale edecektir.
Medresetüzzehra'da şubeler (fakülteler, farklı bölümler) bulunacak ve ihtisaslaşma esas alınacaktır. Fakat, talebeler kendi bölümlerinde uzmanlaşırlarken, uzmanlık alanlarına yakın bilim dalları ile ilişki içerisinde bulunacaklar ve kendi alanlarına yardımcı olacak ilgili dersleri alacaklardır. Diğer bilim dallarına karşı tamamen cahil kalmayacaklardır.
Ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran Risale-i Nur, Medresetüzzehra'da ders kitabı olarak okutulacak ve İslâmiyet noktasında Medresetüzzehra'nın bir nevi programı olacaktır. Eğitim dili olarak Bediüzzaman, “Arabî vacip, Kürdî caiz, Türkî lâzım” diyerek Medresetüzzehra'nın üç dilde eğitim yapacağını belirtmektedir. Kürtçeyi mahallî dil, Arapçayı ilim ve iletişim dili, Türkçeyi de resmî ve siyasi dil olarak kabul etmektedir. Projenin hitap ettiği alan, sadece Doğu Anadolu ya da Anadolu olmayıp Arabistan, İran, Hindistan, Türkistan, Kafkasya ve Bosna'ya kadar Osmanlı toprakları olacağı için, eğitim-öğretimde ve iletişimde kullanılacak dil veya dillerin de, bu alana uygun olması gerekmektedir. Bu açıdan baktığımızda, Doğu Anadolu'daki Medresetüzzehra için, üç dilin birden eğitimde kullanılması son derece mantıklıdır.
(Devam edecek)