Bediüzzaman ve meşrutiyet

Mehmet Ali KAYA

Halkın kendisini idare edeceği temsilcileri seçmesi ve temsilcilerin de mecliste çıkardığı kanunlar ile milleti idare etmesine “Meşrutiyet” denir. Osmanlı devleti 23 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyeti ilan etmiş ve 30 Ekim 1918 Mondoros Mütarekesine kadar Meşrutiyet ile idare edilmiştir.

Meşrutiyet, Osmanlıda Anayasal Parlamento sistemi ile idare edildiği dönemdir. Bu 1876-1922 dönemini kapsar. Arapça “şart” kökünden türeyen “Meşrutiyet” XIX asrın ikinci yarısında Osmanlı siyasi hayatında “Anayasalı meclisli saltanat ve hilafet rejimi” olarak uygulanmıştır ve “Anayasal Parlamento Sistemi” olarak Osmanlı siyasi literatürüne girmiştir. Osmanlı edipleri ve siyasileri buna “Usul-i Meşveret” demişlerdir. “Kanun-i Esasi” ve “Meclis-i Mebusan” ile devleti idare ederek, “kudret-i teşrii erbab-ı hükümetin elinden almak” şeklinde değerlendirmişlerdir. (Nâmık Kemal, "Ve şâvirhum fi'l-emr" Hürriyet, 30 Rebiyülevvel 1285/20Temmuz 1868, s. 1) Osmanlı aydınları Meşrutiyet ile “yetkileri anayasa ile sınırlandırılan bir idarenin kurulmasını” amaçlamışlardır. (Usûl-i Meşveret, Muhbir, 20 Zil¬kade 1284/ 14 Mart 1868, s. 1) Böylece, Meşrutiyeti istibdadın ilacı olarak görmüşlerdir. 

Nitekim Kânün-ı Esâsî’yi yürürlüğe koyan 23 Aralık 1876 tarihli fermanda “Ferd-i vâhidin veya efrâd-ı kalîlenin tahakküm-i müstebiddânesi”nden doğabilecek sıkın¬tıların önlenebilmesi için “kavânîn ve mesâlih-i umûmiyyenin kaide-i meşrûa-i meşrûtiyyete merbutiyeti emr-i sâbitü'l-hayr olduğundan bir meclis-i umûmînin teşkili” gerekliliğine işaret edilmişti.

“Meşrutiyet-i Meşrua” birbirini tamamlayan iki tabirdir. “Meşruta” ve “Meşrua” hiçbir zaman birbirine zıt ve birbirinin alternatifi olarak görülmemiştir. Yeni Osmanlılar tarafından daha çok “Ve şavirhüm fi’l-emr” (Âl-i İmran, 3:159) “Ve emrühüm şûrâ beynehüm” (Şûra, 42:38) ayetlerinin tecellisi ve uygulaması olarak kabul edilmiş ve savunulmuştur. Başta “Hürriyet” ve “Muhbir” olmak üzere Jön Türklerin sözcülüğünü yapan yayın organları Meşrutiyeti “Meşveret” emrinin gereği olarak kabul edip savunmuşlardır. Jön Türk hareketine destek veren ulemâ da, meşrutî idarenin şeraite uygunluğunu savunmuşlardır. Hoca Muhiddin Efendi “Bu asrın müceddidinin bu meclisi küşâd eden ve millet-i İslâmiyeye hürriyet verenin” olacağını” ifade etmiştir. (Kânûn-i Esâsî, Receb 1314/ 21 Aralık 1896, s. 4; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Meşrutiyet Maddesi, Cilt: 29) Jön Türklerin çıkarttığı Meşveret ve Şurây-ı Ümmet dergileri bu hususları anlatmak amacı ile yayın hayatına başlamıştı. Meşrutî idarenin dinen, aklen ve siyaseten gerekliliği anlatılmış ve peygamberimizin (sav) “El-hata mine’l-şura evlâ mines-savabi bi-dûni şûra” yani “istişarede hata da olsa, istişaresiz isabetten daha hayırlıdır” hadisine dayanılarak savunulmuştur. (Şûra-yı Ümmet, 14 Cemâziyelâhir 1321/7 Eylül 1903, s. 1-2)

Daha sonra Şeyhu’l-İslam Musa Kâzım Efendi de “İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet” isimli risalesi ile bu tartışmalara destek vermiş ve “Şeriatın Meşrutiyetin esası” olduğunu ifade etmiştir. (İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet, İstanbul-1324; Serbesti, 17 Nisan 1909)  “Beyanu’l-Hak” “Sırat-ı Müstakîm” ve “Volkan” gibi gazete ve dergilerde meşrutiyet ve meşveret ile ilgili hususlar çokça tartışılmış ve yazılmıştır.

** 
Bediüzzaman Meşrutiyetin ikinci yılında yani 1910 yılında, doğudaki aşiretlere bahardan güze kadar bir yaz ziyareti yapar. Güzden bahara kadar da Suriye ve Irak’a Arap ülkelerinde gezerek kış yolculuğu yapar. Dağları ve sahraları Medrese kabul ederek o bölgelerde “Meşrutiyeti” ders verir.

Görür ki Kürtler ve Araplar Meşrutiyeti gayet garip bir surette telakki etmişler.  “Şeytanın arkadaşları” onlara Meşrutiyeti çok yanlış anlatarak “Hürriyete” ve “Hürriyeti” bize getiren Meşrutiyete karşı cephe almalarına sebep olmuş. Bun yanlış anlayışı düzeltmek için elinden geleni yapar. Bediüzzaman onlara “Meşrutiyetin kanunu ile” meşrutiyeti ders verir. Şöyle der “İçinizden bir iki akıllı adamı seçin, onlar sorsunlar, ben onlara cevap vereyim, böylece sizin sorularınıza cevap vermiş olayım. Yoksa her birinize ayrı ayrı cevap vermek mümkün olmayacak” demiştir. Bu meşrutiyetin ilk dersidir.

 “Avamın akılları gözlerinde olduğunu”  belirten Bediüzzaman “avama ders veren fiildir” der. Avamın meşrutiyeti olması gerektiği gibi değil, meşrutiyet idaresinde memurlarının uygulamalarına bakarak değerlendirdiklerine dikkatimizi çeker. Müstebit ruhlu memurların fikren meşrutiyeti benimsemelerinin mümkün olmadığını ifade eder. Onların hürriyetten istifade ederek işledikleri müstebidane fiillerinin meşrutiyetin gereği olmadığını, ancak avamın bunu meşrutiyetin gereği gibi anladıklarını belirtir.

Bediüzzaman doğudaki Kürt aşiretlerine “Sizlere müjde getirdim” diye söze başlar. O zaman bazıları kendisine “meşrutiyette fenalık var” derler. Bediüzzaman “Nurdan zarar gelmez, gelirse ışıktan kaçan huffaşa/yarasalara gelir” diye cevap verir. Böylece Meşrutiyete karşı çıkanları “ışıktan kaçan yarasalara” benzetir.  Sonra şöyle haykırır: “Size bütün kuvvetimle, bütün dünyaya işittirecek tarzda bağırarak derim ki, ‘umum İslam’ın ve özellikle Osmanlının ve bilhassa Kürtlerin saadetinin fecr-i sadıkı Meşrutiyettir” der. Meşrutiyetin çok değerli bir kazanım olduğunu belirten Bediüzzaman “Faraza şu devletin yarı milleti pahasında verilseydi gene ucuz düşerdi” demektedir. (Münazarat, 1998, s. 20-21) “Biz böyle işitmedik” diyenlere Bediüzzaman “Şeytanın arkadaşları çoktur” şeklinde cevap verir.  

**
Meşrutiyet bir nevi “Hürriyettir.” Bediüzzaman daima hürriyete sahip çıkılmasını ve hürriyeti yanlış yorumlamamalarını ders verir. “Ey ebnây-ı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz, ta elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın” der. Ama ne var ki daha dehşetli bir istibdat pek acı zehirli bir istibdadı bize içirir. (Hürriyete Hitap, Tarihçe-i Hayat, 2006, s. 89)

Bediüzzaman Meşrutiyeti isim ve resim olarak değil, içi “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet (Kanun Hâkimiyeti) şeklinde değerlendirir. (Tarihçe, 94) daha sonra Bediüzzaman “Cumhuriyet ve Demokrat manasındaki Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet” (Divan-ı Harb-i Örfi, 1998, s.69) ifadeleri ile Demokratlık ve Cumhuriyet’in de meşrutiyetle aynı anlamda olduğunu “Esmanın tebeddülü ile hakaık tebeddül etmez” diyerek önemli olan isim değil içerik, suret değil hakikat olduğunu ifade etmiştir.

Sonuç olarak Bediüzzaman’a göre Meşrutiyet, Kanun-i Esasi, Demokrasi ve Cumhuriyet arasında içerik ve hakikat olarak fark yoktur; ancak uygulamada uygulayıcıların bunların gereği olan “Adalet, meşveret ve kanun hakimiyeti”ni sağlamada eksiklik ve noksanlıklarından kaynaklanmaktadır. Sıkıntı ve tartışma bu noktadan cereyan etmektedir. Günümüzde de işin hakikatine değil de suretine, içeriğine değil de ismine ve resmine bakanların Bediüzzaman’ı anlamadıklarını görmekteyiz. Sıkıntı Demokrasi ve Cumhuriyetten, Kanun-i Esasi ve Meşrutiyetten değil anlayışsızlıktan ve ruhen istibdadı arzu edenlerin bu arzu ve isteklerine göre uygulamalarından kaynaklanmaktadır.

malikaya@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.