Bütün hücreleriyle; oturmaya, yatmaya, durmaya, susmaya isyan eden ve sürekli hareketten, heyecandan, coşkudan, sözden, san’attan, edebiyattan, şiirden yana olan, bunlardan da öte “inanmak” çizgisini geçip “iman” etmeye demirlemiş mütefekkirimiz Necip Fazıl Kısakürek’in, bugün ölümünün 27, yarın da doğumunun 106. yıldönümü.
Söze hayırla başlayalım. Öncelikle Üstad Bediüzzaman ve Necip Fazıl Kısakürek’i rahmetle anıp, ruhlarına birer fatiha gönderdikten sonra yazının başlığına dönelim.
Malum bugünlerde Üstad Necip Fazıl Kısakürek hakkında; “iyi bilenler” “iyi” yazıyor. İyi bildiği halde “fitne ve fesattan” yana olanlar da “vazife-i fitneciliklerini” yerine getiriyor. Küçük bir gazetede bir yazar, sanki Bediüzzaman ile Necip Fazıl arasında nahoş bir durum varmış gibi, Necip Fazıl’ın İslam ve iman yolundaki hizmetini eleştirmiş.
“Doğrunun” olduğu yerde, elbet “eğriler de” olacak ki, şeytanın varlığının bir manası olsun. Söz konusu yazının muhtevasına girip, esastan uzaklaşmak istemem. Bu sebeple de Üstad Bediüzzaman Said Nursi ile Necip Fazıl Kısakürek arasındaki muhabbetin ve bağlılığın ne merkezde olduğunu, Necip Fazıl’ın kaleminden aktarmak en uygunudur:
“Bediüzzaman’ın İstanbul muhakemesi sırasında bende kendini yakından görmek ve İslâm yolunda çırpınan bu muhterem mücahidi göz ve kulak planında tanımak arzusu doğdu. Otel, kapısından itibaren Nur talebeleriyle doluydu. Kendimi haber verdim. Beni yukarı kata çıkardılar. O katta da hizmetine bakan talebeler… Bu gençlerin yüzlerinde ziyaretimden memnunluk duyduklarını ilan eden mânâlar… Beni, içinde, dar ve tek kişilik bir karyola bulunan bir odaya aldılar ve: “İşte Necip Fazıl” der gibi bir eda ile huzuruna çıkardılar.
Derinlerden bakan hummalı gözlerin hâkim olduğu sakalsız bir çehrede, içine kapanık bir hâl… Heybet hissinden ziyade, davasına teslim olmuş çilekeş bir insan intibaını aldım.
Beni “Büyük Doğu” faaliyetimle tanıyorlar ve o tarihlerde henüz başlarında olduğum hapislerimi biliyorlardı. Bana iltifat ettiler ve aynen şu kelimeleri söylediler:
“-Seni Nur Risalesine 40 yıl hizmet etmiş (sene sayısını tam hatırlamıyorum; daha az veya daha çok olabilir) kabul ediyorum!” Kendi kıymet hükümlerine göre bu gayet cömert iltifata teşekkürle mukabele edip huzurlarından ayrıldım ve ondan sonra kendilerini bir kere daha görmek fırsatına eremedim.” (Son Devrin Din Mazlumları NFK)
Üstad Bediüzzaman “Büyük Doğu”yu yakından takip eder ve Zübeyr Gündüzalp ağabeye okutturarak dinler. Büyük Doğu’nun bir sayısında acı bir haber vardır. Gelecek sayının çıkması tehlikededir. Çünkü yayın için ayrılan para bitmiştir. Okuyucuları acilen yardım etmezse “Büyük Doğu” yayın hayatına son verecektir.
Bu mealdeki yazıyı dinleyen Bediüzzaman Hazretleri çok duygulanır ve “Zübeyr, Büyük Doğu’ya yardım edelim” der. Zübeyr ağabey, “Peki üstadım” diye cevap verir. Fakat “Bu yardım nasıl ve ne ile yapılacaktır?” diye düşünürken, Bediüzzaman Zübeyr ağabeye dönerek;
“İki yorganım var, biri bana kâfi... Diğerini satın, parasını Büyük Doğu'ya gönderin” der. Vehbi Vakkasoğlu bu yardım şeklini anlatır ve sözü şöyle bağlar: “Biri yazlık, ince; diğeri kışlık, daha kalınca iki yorgan... Ve biri “Büyük Doğu'ya kurban.”
Bediüzzaman da Necip Fazıl’a şu mesajı iletecektir: “Biz bir ağacın meyveleriyiz. Aramızda ayrılık-gayrılık yoktur. Ders almak ve kaynak bakımından aynı yere gidiyoruz.”
Evet, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni de Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i de tekrar rahmetle anarken, sözü Necip Fazıl’ın şu müthiş nefis manifestosuyla tamamlayalım:
“Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibini, has aynası olan gönüllerde, mutlak sahiplik tecellisine davet etmeyi bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz? Bilmeyeceksek bilelim ki bir saniye ilerimizde, artık bir daha zerrelerimiz yan yana gelmemecesine müthiş patlama ânı var!.. Allah’ım! Seni istiyoruz!..”
Vakit