Toplum olarak bir empati sorunuyla iç içe yaşadığımızı inkâr edemeyiz. Kendimizi fert ve cemaat bazında, “ötekinin” yerine koyamayışımız, hayatımızı sağırlar diyaloguna çevirmiş. Bizim söylediklerimiz her zaman güzel ve doğru olurken, “öteki”nin söyledikleri batıl ve yanlış olmuş. Kendi kusurlarımız fazilete dönüşürken, muhatabımızın fazileti kusur olarak algılanır olmuş.
Halbuki Kur’ân öğretisi toptancılığı reddeder. Doğru ile yanlışı ayırt eden analizci yaklaşımı ön plana çıkarır. Toplumun veya ferdin her hali hatasız olmadığı gibi bütün halleri de hatalı değildir. “Birisinin hatası ile başkası mes’ul olmaz” (En’am, 164) ayet-i kerimesinde ifade olunan prensip şahsi, cemaati ve milli ölçeklerde davranışların belirlenmesi için adil bir Kur’ân düsturudur. 1 Bir şahsın veya toplumun sahip olduğu özelliklerden birisinin kötü olması, sadece o sıfata düşmanlık beslenmesini gerektirir. Yoksa, insanın bir kötü sıfatı yüzünden ona tamamen düşman olmak Kur’ân’ın adalet anlayışına uymaz.
Bu ölçek düşünce bazında da ele alınabilir. Herhangi bir düşünce sisteminde görülen bir kaç hata, o düşünce sisteminin tamamının yanlış olduğunu ortaya çıkarmaz. “Meslekler ne kadar batıl da olsalar içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.” 2 Böyle durumlarda sonucu belirleyen unsurlara bakılır. Sonucu hak ve hakikat belirliyorsa o meslek hak, menfi yönü müsbet yönüne galip geliyorsa o meslek batıl demektir. Burada esas olan müsbet-menfi dengesinin ne şekilde bozulduğu meselesidir.
İslâm’ın değişik açılardan yorumlanış biçimlerine bu açıdan bakmak gerekir. Tarihi bir olgu ve sosyolojik bir realite olan Alevîlik de bu çerçeve de değerlendirilmelidir. Bu yapılırken “empatik toplum”un fonksiyonelliği canlı tutulmalı. Yani toplumsal kesimler kendisini “öteki”nin yerine koyabilmelidir.
Bu çerçevede yazılan bazı eserler Ehl-i Sünnet ve Şia’nın birbirini anlamasına yardımcı olmak yerine; aradaki mesafeyi büyütmüştür. Araya siyasi endişeler de girince, “tekfir” derecesine varacak suçlamalar görülmeye başlamıştır.
Alevî ve Sünnilerin uzun bir tarihi dönemde birbirini gereğince anlayamamaları, empatiyi sağlayacak bir platform oluşturamadıklarından kaynaklanıyordu. Bediüzzaman Said Nursi hayatta iken, talebelerinden bu soruna dair birçok soru aldı. Bu soruları cevaplarken veya diğer meselelerin içerisinde Alevîlerin ve Sünnilerin üzerinde buluşabileceği bir platform oluşturdu. Bu platformu oluştururken Alevîlerin bütün sermayelerinin içinde saklı olduğu, anahtar kelimeleri kullandı. Hatta, söylemlerini Risâle-i Nur’da bulan birçok Alevî, Bediüzzaman’ın sağlığında, Risâleleri okumaya başladı.
RİSÂLE-İ NUR’DA ALEVÎLİK KAVRAMI
"Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat! Ve ey Al-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birbirinizi diğerinin aleyhinde alet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirak iktiza eden cüz’i mes’eleleri bırakmak elzemdir."
Bediüzzaman’ın Alevîlik konusundaki görüşlerini incelerken, kavramın sınırlarını çizmemiz gerekiyor. Bugünün dünyasında Alevîliği belirli kodlarda birleştirmenin imkânsızlığını, hemen herkes kabul ediyor. Yoğun bir şekilde birbirlerinin Alevîliğini inkâr etseler de, bütün Alevî klikleri bugünün sosyal bir olgusu olarak kabul etmek zorundayız. Alevîliğin bütün kollarının Hz. Ali’yi referans alması, sosyolojik olmasa da tarihi bir zorunluluk olsa gerektir.
“Alevî” kelimesi Hz. Ali’ye intisabı olan kişi demektir. Bu açıdan Ali’siz bir Alevîlik düşünmenin, tarihi köklerini açıklamak pek mümkün değildir. Bu tür Alevîlik tanımları yapanların tarihi köklerle ilgilendiklerini de söyleyemeyiz. Bediüzzaman, Alevîlik kavramının asli mecrasından çıktığını düşündüğünden eserlerinde Alevîliğin doğru tanımlamasını yapmaya çalışmıştır. Said Nursi’de Alevîlik, Hz. Ali muhabbetinin nebevi ve ilahi sevgiye ulaştırması demektir. Temel ekseni tevhid, Hz. Ali muhabbeti, Ehl-i Beyt muhabbeti ve nübüvvettir. Fakat Alevîlik zaman içerisinde asli referanslarını yitirerek değişik şekiller kazanmıştır. Bunu Bediüzzaman, “salabetli Alevîlik, nihayet, Rafıziliğe dayandı”3 şeklinde ifade eder. Bu hakikatin yansıması olarak Hz. Ali ve Al-i Beyt ile hiç ilgisi olmayan Alevîlik klikleri türemiştir. Bediüzzaman’ın eserlerinde tanımladığı Alevîlikte, materyalist ve milliyetçi yaklaşımlarla üretilen Alevî klikleri yoktur. Said Nursi bu klikleri, kendi kodlarıyla tanımladığı Alevîliğin içine almak için çaba sarf etmiştir. Talebelerinin, “Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” ayetinin açılaması bağlamında sordukları bir sorusu üzerine, bu ayetin Alevîlere teşmil edilemeyeceğini, Alevîlerin ehl-i kıble olduklarını, yani İslâm dairesi içinde yer alduklarını yazar.4
“HUSUSİ ÜSTADIM İMAM-I ALİ’DİR”
Hz. Ali sevgisi, Alevîlerin en önemli fikir eksenidir. Olayların yorumunda bu ilkeden taviz vermemeye çalışırlar. Sünni kesimde de Hz. Ali sevgisi, küçümsenemeyecek bir yer işgal eder. Alevî ve Sünnilerdeki Hz. Ali sevgisi, Risâle-i Nur’da zirveye ulaşır. Risâle-i Nur talebelerinin en büyük üstadı, Peygamberden (a.s.m) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle, İmam-ı Ali olduğu belirtilir. 5 Veysel Karani’nin Hz. Peygambere (asm) olan bağlılığına benzer bir ilişki de Bediüzzaman ile Hz. Ali arasında vardır. Üveys nasıl ki Hz. Peygamberi görmeden, onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman’da Gavs-ı Azam (k.s.), Zeynelabidin (r.a.) ve Hasan ve Hüseyin vasıtasıyla Hz. Ali’nin (r.a.) dersini tâlim etmiştir.6 Bu açıdan Risâle-i Nur talebeleri Hz. Ali’nin (r.a.), Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) ve Gavs-ı Azam’ın (k.s.) bu asırdaki talebeleridir.
Hz. Ali (r.a.) ile Risâle-i Nur arasındaki başka bir köprü de hilafet mes’elesindedir. Bediüzzaman, “Benden sonra hilafet otuz senedir” hadis-i şerifini yorumlarken ilk beş halifeyi (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan) bu otuz yılın içinde mütalaa eder.7 Hicri tarihle bu zaman aralığı, otuz yıla tekabül etmektedir. Hz. Hasan’ın (r.a.) hilafetten ayrılmasıyla, İslâm tarihinde saltanat devri başlamıştır. Risâle-i Nur, hilafet görevinin en önemlisi olan “neşr-i Hakaik-i imaniye”de Hz. Hasan’ın (r.a.) görevini devam ettirerek beşinci halife unvanına hak kazanmıştır. Başka bir ifadeyle Hz. Hasan’ın (r.a.) altı ay gibi kısa hilafetini, uzun bir zamana çevirmiştir.8 Bu açıdan Risâle-i Nur “Hz. Hasan’ın (r.a.) bir muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir.”9
Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un Hz. Ali’ye yaklaşımının mantıki bir sonucu olarak, Alevîlerin Risâleleri dinlemeleri gerektiğini belirtir. Çünkü, Celcelutiye’nin şehadetiyle Nur talebelerinin en büyük hocası Hz. Ali olduğuna göre,10 onun muhabbetini dava eden Alevîler, Sünnilerden ziyade Risâle-i Nur’u dinlemelidirler.
“NUR’UN MESLEĞİNDE HUBB-U AL-İ BEYT ESASTIR.”
Alevîlerin önem verdikleri bir kavram da Al-i Beyt muhabbetidir. Hz. Peygamberin (asm) evine mensup olanları ifade eden bu kavram, tarih boyunca siyasi çekişmelerde araç olmaktan kurtulamamış. Aslında Hz. Ali (r.a.) muhabbetinin mütemmimi olan Al-i Beyt sevgisi Alevîlerde olduğu gibi Sünnilerde de temel bir olgudur. Zaten Ehl-i Beyt sevgisi Kur’ân’ın öngördüğü bir sevgidir. Bediüzzaman, “Dedi ki, vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir” (Şura, 23) ayet-i kerimesinin tefsirinde, Hz. Peygamber’in (asm) Al-i Beyte karşı ümmetin sevgisini istediğini belirtir. Hz. Peygamber (asm) bir hadisinde, “Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Al-i Beytim” buyurarak Al-i Beytinin önemini vurgulamıştır.11
Kur’ân’ın emrettiği Ehl-i Beyt sevgisi, Risâle-i Nur’un da önemli bir esası hükmündedir. Fakat Al-i Beyt muhabbetini doğru anlamak noktasında Risâle-i Nur’un ikazları vardır. Bediüzzaman, Resul-ü Ekrem’in (asm) Hz. Ali’ye söylediği: “Sende, Hz. İsa gibi bir kısım insan helakete gider. Birisi, ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adavetle. Hz. İsa’ya Nasrani muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile-haşa-ibnullah dediler, Yahudi adavetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkar ettiler. Senin hakkında da, bir kısım hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helakete gidecektir.”12 hadis-i şerifi muhabbetin nasıl olması gerektiğini ön plana çıkarıyor. Yani, Hz. Ali, Allah ve Hz. Peygamber’e izafeten sevilmelidir. Al-i Beyte de “vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranisi” (nurani bağları) olarak bakmak gerekir. Yoksa, Hz. Ali’nin Allah ve Resulüne olan bağlantısını düşünmeden, şahsi kahramanlıkları ve üstünlüklerini düşünerek sevilmesi doğru değildir. Bu tür sevgi Allah bilinmese de, Peygamber tanınmasa da olabilecek türden hasarete sebep olabilecek bir sevgidir.
Hz. Peygamber Al-i Beyti, peygamberlik vazifesi açısından sever. Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin kaynağı, muhafızı, her türlü gereklerinin yerine getiricisi Al-i Beyt’tir. 13 Hz. Peygamberin, Al-i Beyt sevgisinden muradı sünnet-i seniyyesi olduğuna göre, sünnet-i seniyyeye uymayanlar Al-i Beyt’ten olmadığı gibi, Al-i Beyt’e hakiki dost da olamazlar.14
Bediüzzaman, “mesleği(n)de bir esas” olarak tanımladığı Al-i Beyt sevgisinin hiçbir zaman yok edilemeyeceğini belirterek talebelerini Vahhabilik konusunda ikaz eder. Hz. Ali ve Al-i Beyt adaveti ile bilinen Vahhabilere Risâle-i Nur’da hiçbir cihette sıcak bakılmamıştır. 15 Hatta, “Vahhabilik damarı nurun hakiki şakirtlerinde olmamak lazım geliyor” 16 denilerek, Al-i Beyt adavetine karşı net tavır belirlenmiştir. Risâle-i Nur’da Al-i Beyt sevgisinin teşvik edilmesi Alevîlerle bu noktada da ittifak edildiğini gösteriyor. Risâlede tanımlanan Al-i Beyt muhabbetinin niteliğine, hakiki Alevîlerin can-ı gönülden katıldıklarını söyleyebiliriz. Alevîlerin en mühim kesimini teşkil eden Caferilerde, Al-i Beyt muhabbetinin, Allah’a ve Resulüne götüren nurani bir bağ olduğunu kimse inkar edemez. Hakiki Al-i Beyt dostluğunu öğreten Risâle-i Nur ile Alevîler arasında Al-i Beyt muhabbeti konusunda hiçbir anlaşmazlık yoktur. Bu özellikten dolayı Bediüzzaman “hakiki Alevîler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerekir” 17 demektedir. Hatta, Alevîlerin, Risâle-i Nur derslerini Sünnilerden ziyade dinlemeleri gerekir. Aksi takdirde Al-i Beyte muhabbet davaları yanlış olur. 18
ON İKİ İMAM
İran ve Türkiye’deki Alevîlerin çoğu Caferiye mezhebinin mensuplardır. Bu mezhebe İsnâaşeriyye Şiası da denilir. Bu mezhebe göre imamet usulü’d-din’dendir. İlk İmam kabul ettikleri Hz. Ali’yi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin takip eder. Daha sonra Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeyne’l-abidin, Muhammed El Bakır ve oğlu Cafer Sadık imam olmuştur. Bundan sonra İmam Musa el-Kâzım’ın soyundan gelenler On İki İmamı tamamlamıştır. İsnâaşeriye şiasına göre imamlar hatadan korunmuş sayıldıkları için davranışları sünnet olarak değerlendirilir. On İki İmamdan Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Muhammed el Bakır ve Cafer es Sadık gibi imamlar Alevî-Sünni ayırımı olmaksızın herkes tarafından benimsenir.19 Bediüzzaman da, “azami imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidin” yolunu “Alem-i İslâmın cadde-i kübrası” şeklinde isimlendirir.20 Hz. Hüseyin’in soyundan gelen bu imamların-özellikle Zeynel Abidin ve Cafer-i Sadık-her biri manevi bir mehdi hükmüne geçerek, zulümatı dağıtıp Kur’ân nurunu ve iman hakikatlerini yaymışlardır.21
Bediüzzaman’ın On İki İmama bakışı Alevî ve Sünniler arasında, yeni bir köprü niteliğindedir. Ehl-i Sünnet alimlerinin On İki İmamın ikinci altısına mütereddit bakışları, Bediüzzaman’ın ifadelerinde görülmemektedir. Bu da Alevî ve Sünniler arasındaki mesafenin daralmasını sağlayacak önemli bir faktördür.
SAHABELERİN MUHAREBESİNDE KIYL Ü KAL ETME(ME)
Alem-i İslâm’da on üç asırdır ehl-i hakikatin içini sızlatan, iç muharebelerden bahsederek düşmanlıkları beslemek, ehl-i imana tahammülsüz elemler veriyor. Bundan dolayıdır ki, başta “eimme-i Erbaa” ve “Ehl-i Beytin Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnet” Müslümanlar içindeki o eski fitneyi karıştırmayı caiz görmemişler.22 Bediüzzaman da, “Alem-i İslâm’ın o dehşetli yarasını deşmek, düşünmek benim hususi meşrebimde tahammülümden ziyade elem veriyor.”23 diyerek, Ehl-i Beyt’e zulmedenlerin ahirette cezalarını çektiklerini, Ehl-i Beyt’in ise dünyadaki geçici sıkıntılarına mukabil sınırsız rahmete mazhar olduklarını belirtir. Bundan dolayı geçmişte Ehl-i Beyt’e zulmetmiş bir kişiyi, zemmetmenin Ehl-i Beyt’e bir yararı yok. Ayrıca “zem ve tekfir eğer haksız olsa büyük zararı var, eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok.”24 Bu hakikat ölmüş insanları boş yere kötülemenin anlamsızlığını ortaya çıkarıyor. Bu açıdan, ilm-i kelamın büyük allamesi Sadeddin-i Taftazani, “Yezide lanet caizdir” demiş, fakat “lanet vaciptir, hayırdır ve sevabı vardır” dememiş!
İşte Ehl-i sünnet alimlerinin ve On İki İmamın bu yaklaşımı Bediüzzaman’ın o zaman vukua gelen savaşlara bakışında temel ekseni oluşturmuş. Bu bakış açısında istenilen yaklaşım, ihtilaf ve düşmanlıkları artırıcı zem ve küfürlerden kaçınmaktır. Yoksa, sahabeler arasında vukua gelen olayları hiç anlatmamak, nisyan çukuruna atmak değildir. Risâle-i Nur’da, medar-ı niza olan savaşlar bu açıdan ele alınmıştır.
SONUÇ
Bediüzzaman, kendisinin tanımladığı Alevîlik ile Ehl-i sünnet ve Cemaat arasında ayrılıkların giderilmesi gerektiğini savunmuştur. Özellikle bu zamanda, dinsizliğin yaygın olduğu bir devrede buna şiddetle ihtiyaç vardır. Zaten Alevîler ile Ehl-i sünnet arasındaki kopuklukta sun’i öğelerin etkisi çok fazladır. Meselâ, Ehl-i sünnet ve Cemaat adı altında Vahhabilik ve Haricilik fikri girdiği için, bazıları Hz. Ali’yi tenkit etmiştir. Bu da Ehl-i sünnetin hesabına yazılmıştır. Bundan dolayı Alevîler Ehl-i sünnete karşı soğumaya başlamışlardır. Yine, Alevîlik adı altında yapılan yanlışlar, Ehl-i sünneti Alevîlikten soğutmuştur. Bu açıdan, Bediüzzaman’ın Alevîlik hakkındaki düşünceleri ayrı bir öneme haizdir. Hakiki Alevîler, Haricilerin ve Vahhabilerin sözlerinin etkisinde kalıp, Ehl-i sünnete karşı düşmanlık beslemekten vazgeçip, ittifak yolları aranmalıdır.
Bediüzzaman’ın “Hubb-u Âl-i Beyt’i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Rafızi de olsa, zındıkaya, küfr ü mutlaka girmez” şeklindeki hüsn-ü zannı Ehl-i sünnet için önemli bir ölçü olsa gerektir. Alevîler ise, Bediüzzaman’ın, “Belki Ehl-i sünnet, Alevîlerden ziyade Hz. Ali’nin taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hz. Ali’yi layık olduğu sena ile zikrediyorlar.” sözünü dikkate almalıdırlar. Bütün bunlar şu gerçeği ortaya çıkarıyor. Hem Ehl-i sünnet, hem de Alevîlerin kendilerinden çok şey bulacakları Risâle-i Nur Külliyatı ehl-i imanın bir buluşma platformu olmalıdır.
Dipnotlar:
1. Sünuhat, s. 39.
2. Mektubat, s. 354.
3. Sünuhat, s. 38.
4. Emirdağ Lahikası, s. 70.
5. A.g.e., s. 70.
6. A.g.e., s. 61.
7. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 123.
8. Mektubat, s. 65.
9. A.g.e., s. 659.
10. Emirdağ Lahikası, s. 70.
11. Lem’alar, s. 27.
12. Mektubat, s. 107.
13. Lem’alar, s. 27.
14. A.g.e., s. 28.
15. Mektubat, s. 352.
16. Emirdağ Lahikası, s. 177.
17. A.g.e., s. 210.
18. A.g.e., s. 70.
19. Hayreddin Karaman, “Caferiyye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C: 7, İstanbul 1993, s. 4.
20. Mektubat, s. 420.
21. A.g.e., s. 101.
22. Emirdağ Lahikası, s. 179.
23. A.g.e., s. 182.
24. A.g.e., s. 178.
Risale-i Nur Enstitüsü