19. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğunun birikmiş problemleriyle yüzleştiği bir çağdır. Özellikle ikinci yarıdan itibaren toplum katmanları arasında başlayan hürriyet talepleri gün yüzüne çıkıp belirginleştikçe, padişahlığın meclise dayalı bir temsil ve katılım sistemine geçme ihtiyacı artmıştır.
I. Meşrutiyetle (1876 ) kurulan ilk meclis, kendi hukukunun sınırlarını ve gelişme alanlarını yeterince değerlendiremediği için inkıtaa uğramıştır. Yüzyılların tekli sistemi,farklılıkların çatışmaya dönüşmeden bir arada kendilerini ifade edilebilmelerinde başarılı olamamıştır. Toplumun ihtiyacı olan uzlaşma kültürü için demokratik şartlar sağlanamayınca, çatışmaya meyyal dinamikler bölünmelere sebebiyet vermiştir.
Birinci meclisin sürdürülememesi ve kapatılması, toplum taleplerinin farklılaşan boyutlarını azaltamamakla kalmamış, çatışma alanlarını da arttırmıştır. Meclis demokrasisinin, vesayet ve imtiyazlardan kurtulamaması, gelenekçi kontrol ve padişah vehminin demokratik tartışmalara tahammülsüzlüğü, tekrar merkezi otoriteyi öne çıkarmıştır.
II. Meşrutiyetin (1908 ) ilanına kadar, toplumun artan taleplerine karşılık, hakim irade demokrasiye geçmeyi ağırdan almıştır. Engellemeler devam etmiştir. II. Meşrutiyet, padişah hakimiyeti yerine,yönetimde yeni ortaklar bulma, temsili demokrasiye geçme ve meşrutiyet zemininde bütün topluma hitap etme arzusu ve iradesini ortaya çıkarmıştır.
II. Meşrutiyet; Irki, dini, sosyal, siyasi ve kültürel toplum talepleri karşısında kamunun demokratikleşme içinde çözümler üretmesine bir basamaktı. Yeni dönemin,toplumda kaynaştırıcı rol alması, akla dayalı ilmi doğrularla kalbe dayalı dini hakikatleri,birlik ruhunu temsil edecek bir ahenkle kuvvetler ayrılığı içinde sistemleştirmesi gerekiyordu.
Meclisin yasama gücü, hükümetin yürütme iradesi ve yargının adalet terazisi,Bediüzzamanın tespitiyle altın üçgen diyebileceğimiz meşveret, kanunda inhisar-ı kuvvet ve adaleti sağlayacaktı. Devletin düzenleyici ve belirleyici olan tek yönlü haksızlığa müsait kuvveti karşısında, zulmünü engelleyecek bir mekanizmaya,hem kuvvetler ayrılığı/dengesi bağlamında,hem de toplumun kamu dışı denetim ve inisiyatif alma erki olan sivil toplum hareketleri bazında ihtiyaç duyulmuştur. Bu meyanda, bireyin,ailenin ve toplumun özel ihtiyaçlarını karşılayacak yeni çözümler ve sivil talepler, 20. yy.ın başlarında giderek artmıştır.
Nitekim II. Meşrutiyetle birlikte kurulan cemiyetler, farklı grup ve düşünce hareketlerinin kendini ifade etme, isteklerini dile getirme ve farklılık içinde bütünlüğü beraber düşünme ihtiyacını karşılamaya başladı. Katılımcılığı, ortakça düşünme zenginliği haline getirdi.
Eskiye nazaran müzakereler münakaşaya,münazaralar gürültülü tartışma ve kargaşalara sebebiyet verse de demokratik sabır içinde hürriyet zemini ilmen ve dinen korunabilseydi,sonuçlar daha farklı olabilirdi.Yürüyememesi,hem padişahlık sisteminin hem de ittihat ve terakki yaklaşımının uygunsuzluklarından kaynaklanmaktaydı. Medreselerin yenilenememesi ve taassubun hakim olması da ayrı bir sıkıntı ve inkıbaz sebebiydi.
Bu dönemde Bediüzzaman boş durmamış, Osmanlının dini hayatı esas kabul ettiği bir dönemde, hayata dair o günün ihtiyacı olan ve günümüze dek artarak devam eden toplumsal inisiyatiflerde, sivil toplum hareketlerinde ve buna dayalı sivil kuruluşlarda yer almıştır. O günlerde bir çok gazetede yazılar yazmıştır.
Hilal-i Ahdar (Yeşilay) cemiyetinde kurucu olur. İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin maaliftihar üyesi olur,bu kuruluşları destekler.
Kosovaya üniversite kurmaya giden padişahın heyetinde de vardır. Trablusgarp cephesinde, Pasinlerde, avcı hattında ve Bitlis muhasarasında da vardır Said Nursinin devlet-millet kaynaşmasını sağlayacak toplum alimlerine verdiği değeri, onların içinde bulunduğu kuruluşlara ve teşkilatlara verdiği aktif destekle göstermiştir.
Bediüzzaman,gerçek bir sivil toplumcudur. Hayatın içindedir. Medrese köşelerinde sarf nahivle yıllarını ve dirseklerini çürüten ulemanın,toplum gidişatından habersiz hallerine tepkilidir. Münazaratta bunu yüksek sesle dile getirir.
Meşrutiyeti, Meşruiyetle izah eder, hürriyeti imanla, bireyi kullukla, hayatı faaliyetle ve istikbali müjde ile tarif eder.Her kavrama kendi manasını ve Kurani libasını giydirir.
Bağnaz ve ezber müdahalelerden,yeni inkişafları ve gelişmeleri reddeden klasik alimlerden ayrıdır. İsme ve resme takılmaz. Yeni ifadeleri,toplumun hafızasını ve entelektüel konuları bir arada değerlendirir.Kendi zaviyesinden ileriye matuf çözümleri fikren besler. Meşru zeminde her teşebbüse destek verir. Güncel konuları yeniden telif eder. Kendi bakış farkını ortaya koyar.
Üstad müceddit olduğuna göre,görevi teceddüttür. Tecdit, zamanın ruhunu doğru okumayı,sürekli aktiviteyi,ortak aklın ihtisas alanlarında yayılmayı,nesl-i cedidi,fikr-i cedidi ve aktivist ruhları gerektirir.
Mevcuda iktifa dun himmetlikse,bizi orta çağın yaklaşımlarıyla ve modern padişahlığın içi boşaltılmış hileli sözleri ile aldatan ve aldananlara ne düşer?
Talebesi Zübeyir Gündüzalpın Islahiyeye memur gittiğinde, -hem de Afyon zindanlarından çıkışının ardından- İslahiye spor kulübüne üye olması ve toplumla kaynaşma zemini araması,bir yaklaşım pratiği değil mi?
Biz, siz, onlar, bunun neresindeyiz?
Sivil toplumu, toplum hayatını ve sivil toplum hareketlerini Ergenekon ve Kemalist bir dürbünle ve yaklaşımla yorumlayan,sivil inisiyatifleri tukaka eden ve o gözle bakan,izah eden ve menfi bir adeseden kendini kusan düşüncelere ne demeli?
II. Meşrutiyet döneminde Hakkarideki aşiretlere Teşebbüs-ü şahsi,fikr-i icat ve fikr-i hürriyet dersini bizzat Üstad vermektedir. Biz yüzyıl sonra bunun neresindeyiz?
Buyurun istikbali, tecdidi, tenviri ve tefekkürü konuşalım, müzakere edelim.