Bediüzzaman’ın Dersim “fâciası” hakkındaki görüşleri ve tanıklığı kamuoyunu uzun süre meşgul etmişti. Çünkü Said Nursi dini bir kişilik olmaktan öte, 1. Meşrutiyet, 2. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin tarihi bir tanığı da. İdeolojik sebeplerden ötürü onun bu tanıklığı kimi çevrelerce görmezden gelindi.
Okullarda okutulan İnkılap Tarihi kitaplarında olumlu ya da olumsuz, ondan bir kelimeyle bahsedilmemiş olması oldukça garip değil mi?
Devleti zora sokan isyanlarda, zararlı cemiyetler içinde, Menemen olayında, Halide Edip Adıvar, Rıza Tevfik Bölükbaşı isimlerin hain olarak nitelendirilip sürgüne gönderilmesini öngören 150’likler arasında da Said Nursi ya da Said Kürdi ismine rastlamayız.
Said Nursi hakkında ufacık bir şüphe bile bulunsaydı, onu pek sevmeyen resmi ideolojinin tarihçileri elbette boş durmayacaklar, bu kitaplarda Said Nursi’ye de özel bir bölüm ayıracaklardı. Bu zümreler onun olumlu yönlerinden de bahsetmekten çekindiler.
Pasif bir demokratik direniş içine girmiş Bediüzzaman’ın taraftar toplamasını istemiyorladı çünkü. Bunun yerine çeşitli kaynakları kullanarak Bediüzzaman hakkında iftiralar yaymaya başladılar.
Bediüzzaman’ın Peygamberlik ilan ettiğini hatta onun bir Kürt devleti kurmak istediğini bile öne sürdüler. Halbuki Bediüzzaman’ın eserlerini okuyanlar ve fikirlerini bilenler, bu iddiaları hayasızca söylenmiş yalanlar, acımasızca savrulmuş iftiralar olarak kabul ettiler.
Bediüzzaman’ın o iftiralarla hiçbir alakasının olmadığını düşmanları bile biliyordu ama onu çürütmek için de başka akıllıca bir yol bulamıyorlardı.
Çünkü Said Nursi, muhataplarının gerçek ve mantık dışılıklarını, bir mantık ve hakikat külliyatı sayılabilecek Risale-i Nurlarıyla ortaya koymuştu. Mantık yoluyla onu asla susturamazlardı yani.
İsim benzerliğini kullanarak haksız bir şekilde Şeyh Said ve Molla Said gibi insanların bütün yanlışlarını Said Nursi’ye yamamaya çalışanların eylemleri ise, ciddiyetten uzak bir şarlatanlık olarak algılandı her zaman. En sonunda Nursi’nin Teşkilat-ı Mahsusa (MİT) ile gerçekleştirdiği çalışmalardan medet umdular. Ama oradaki çalışmaları da devlet yararınaydı ve devlet içindi.
Fransa’nın son hamlesiyle gündeme gelen Ermeni meselesiyle ilgili de elbette söyleyecek sözleri vardı Nursi’nin. Çünkü sözü geçen olayları bizzat görmüş ve yaşamış birisiydi.
Yaşamında her zaman hakkı, vicdanı ve adaleti öncelemiş olan Bediüzzaman, elbette Ermenilere karşı yapılmış bir Soykırım varsa, onu da haykıracak ilk kişi olacaktı. Ama bakın Bediüzzaman olayların iç yüzünü 26. Lema’da nasıl anlatıyor:
“Herşeyden evvel, Van'da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı.”
Ermenilerin Müslüman ahaliye karşı uyguladıkları katliamlardansa şöyle bahseder:
“Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi.”
Van’a gittiğinde dostlarının ve talebelerinin Ermeni çeteler tarafından şehit edildiğini, Van’daki bütün evlerin yakıldığını gören Bediüzzaman kendini tutamaz ve şunları söyler:
“Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin, tâ medresenin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum.”
“Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yakılmış, tahrip edilmiş.”
“O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı âzamı, Allah rahmet etsin, muhaceret (göç) ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı.”
“ Hem Ermeni mahallesinden başka, Van'ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı.”
Bediüzzaman, başka eserlerinde Ermenilerin saldırılarına karşı silahlı mücadele verdiğinden de bahseder. Bitlis savunması sırasında Rus ordusunu ve Ermeni çetelerini geri püskürtmek için düşmanın 30 topunu emrindeki 300 gönüllü askerle birlikte Bitlis’e getirmeyi başarır.
Bediüzzaman Ermeni çetelere karşı gerçekleştirdiği mukavemeti, düşünce ve inanç suçlusu olarak haksızca yargılandığı mahkemelerden birinde şöyle haykırıyordu:
“Hem acaba, eskiden beri bu vatan ve millete zarar niyetiyle, Avrupa'nın dinsiz komiteleri hesabına ve Rum, Ermeniler cemiyeti vasıtasıyla dinsizlik ve ihtilaf ve fesad tohumlarını saçan mülhidlere karşı ilmi savunmalarım, hangi sûretle hükûmet aleyhine alınıyor?”
Bediüzzaman’ın adaletinden şüphe edenler ve aşırı bir Ermeni karşıtı olduğunu iddia edeceklere ise cevabı yine Bediüzzaman verir:
“Onların (Ermenilerin) hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer'îdir (İslam’a uygundur) Bundan fazlası, sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir (Münazarat)
Görüldüğü gibi Bediüzzaman Ermenilerin de hürriyetinden yanadır ama onların tecavüzleri karşısından gereken cevabın verilmesi gerektiğini de belirtir. Bu düşünce, Osmanlı’nın o dönemdeki resmi düşüncesidir aynı zamanda. Meşrutiyet dönemlerinde Ermenilerin ve Hıristiyan tebaanın ne derece özgürleştiğini herkes biliyor.
Bediüzzaman, Ermenilerin özgürlüklerini kaybetmekten korktuklarından dolayı zulme bulaşabileceklerinden bahisle onların devletin adaletine güvenmeleri gerektiğini belirtir:
“Eğer saldırının sizden olmayacağına tamamıyla îman etseler; adâlete kanaat edeceklerdir. Şâyet adâlete kanaat etmezlerse; hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp iknâ ettirecektir.”
Görüldüğü gibi Osmanlı, bütün azınlıklarına ve bilhassa da Ermenilere karşı adaletle yaklaşmıştır. Bediüzzaman’ın bizzat yaşadığı acı olayları gerçekleştirdiklerinde ise, Ermeni çetelere karşı sessiz kalmamıştır.
Çünkü Ermeniler Rus ordulardan da destek alarak, kadın, çocuk, ihtiyar demeden Doğu’da dehşetli bir katliama girişmişlerdi. Aynen Hocalı’da yaptıkları gibi… Osmanlı askerleri ise Ermenilerin kadınlarına ve çocuklarına karşı yine de adildi:
“Bediüzzaman'ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere, "Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler.” (Tarihçe-yi Hayat)
Eminim ki Bediüzzaman yaşasaydı, Ermenistan yönetiminin baskıları, yanlışları ve haksızlıkları yüzünden açlıkla, yoksullukla boğuşan Ermeni çocuklarının da ellerinden tutardı.
Ermenistan haksız ve adaletsiz soykırım iddiasından vazgeçtiğinde ise elbette Türkiye’nin dostluğunu kazanacaktır. Bu da Ermenistan’ın kalkınması, zenginleşmesi demektir. O gün geldiğinde belki bizler de Bediüzzaman’ın geçmişte dediği gibi şöyle haykıracağız.
“Düşmanlığın sebebi olan baskılar öldü. Baskıların zevâliyle dostluk hayat bulacak… Fakat alçakça ve rezilce dost olmak değil, belki milli izzeti muhâfaza ederek, barış elini uzatmaktır.” (OD)