Meşruti sistemin en önemli özelliği; herkesin düşünce ve kanaatlerini rahatça ifade edebilmesidir. Hakaret ve iftira etmemek şartıyla, doğru ve hak bilinen konuların dile getirilmesi ve yazılması, hem hak, hem de görevdir. Ancak, gerçekleri çarpıtmadan; doğru ve müdellel olmak şartıyla konuşulmalı ve yazılmalıdır. Yoksa herkesin ağzına geleni söylemesi, gevezelik ve fikir anarşizmidir. Bilhassa tarihi şahsiyetler hakkında konuşulurken –hele de o şahıs hayatta değilse- biraz araştırma yapılmalı ve ihtiyatlı bir şekilde konuşulmalıdır. Tabii bu kural, kul hakkı endişesi ve vebal korkusu taşıyan kimseler için gerekli ve geçerlidir. Mesuliyet taşımayan insanlar için her şey, her yol mübah... Yani şimdilik. Elbette ki Mahkeme-i Kübrada herkesin ne yazdığı ve ne konuştuğu önüne gelecek.
Günümüzde, herhangi bir vesile ve bahane ile Bediüzzaman Said Nursi'ye vurmak adeta moda oldu. Bilhassa bu konuda araştırma ve incelemesi olmayan ve konjoktüre göre hareket eden, sözüm ona bazı ünvanlı kişilerin; kendilerini gündemde tutabilmelerinin en kestirme yolu bu! Birisi çıkar “Fetö’yü Bediüzzaman yetiştirdi” der. Bir başkası; “Papazla diyaloğu başlatan Bediüzzamandır” der. Bir diğer kendini bilmez; “Bediüzzaman Sultan Abdülhamid döneminin Fetösü idi” der... Ve saire… Ve saire... Hezeyan ve zırvaların ardı arkası kesilmiyor. Her defasında gerekli cevapları almalarına rağmen, iftiralarına devam ediyorlar.
Bediüzzaman’a vurma bahanelerinden birisi de Sultan Abdülhamid Han... Buna; Bediüzzaman’a olan düşmanlığın Sultan Abdülhamid sevgisi şeklinde görünümü diyebiliriz. Bu konu daha çok siyasi amaçlı olarak birilerini dövmek ve birilerini de yermek ve tahkir emek amacıyla kullanılmaktadır. Yok, “Bediüzzaman Sultan Abdülhamid karşıtları olan İttihad ve Terakki ile beraber oldu.” Yok “meşrutiyet taraftarıydı”, yok “masonlarla birlikte hareket etti”, yok “Jön Türklerle ittifak etti...” “Dedi ki-dedi”lerin ardı arkası kesilmiyor... Hani bu iddiaların sebep ve nedenleri üzerinde de bir araştırma yapılmış olsa gam yemeyeceğiz. Ama nerdeeee? “Vurun abalıya” kabilinden iftira kampanyaları devam ediyor. Hem de sözüm ona kelli felli yazar çizer ve prof’lar tarafından... Hele bir de ilahiyatçı ünvanını taşıyanlar var ki evlere şenlik! Eh nasıl olsa Bediüzzaman hayatta olmadığı için iddialara cevap verecek durumda değil... Salla gitsin!!! Ancak, onu anlatan kaynaklar, Risale-i Nur Külliyatı ve tarihi gerçekler, iddiaları nakzediyor. Mızrağı çuvalda gizlemek mümkün olmadığı gibi, bu tarz desteksiz atışlarla da, insanlar sürekli kandırılamaz.
İddia ve ithamların asıl mahiyetine gelince.
Evvela; Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid’le karşı karşıya gelmesi fikrîdir ve bir sistem mücadelesidir. Çünkü Bediüzzaman gerçek meşrutiyet taraftarı bir hürriyetçidir. Onu en belirgin ve mümtaz bir şahsiyet haline getiren ve çağdaş alimler içerisinde temayüz ettiren en büyük özelliklerinden birisi, meşrutiyet ve hürriyet taraftarı olmasıdır. Hatta bu mücadele, çocukluk yıllarından, medrese hocalarıyla tartışmaları ile başlamaktadır. Bunu eleştiri bahanesi yapanlar, aslında meşrutiyetin ne anlama geldiğini bilmeyen, anlamayan veya farklı anlayan kimselerdir.
Bediüzzaman, Sultan Abdülhamid’le çağdaş bir şahsiyettir. Yani aynı asırda yaşamış bir kimse olarak, devrin bütün şart ve özelliklerini bizzat müşahede etmiş, hastalıklarını teşhis ederek, çare ve proje üretmiş bir zattır.
“Bir senedir İstanbul’a geldim. Yüz senenin inkılabatını gördüm”, “Müslümanım, İslamiyet cihetiyle manen memurum. Millete, din ve devlete nafi’ (faydalı) olan bir şey düşüneceğim” ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, o kargaşa döneminin içerisinde, aktif bir şekilde, birşeyler yapmak amacıyla bulunmaktadır. Gerek gazetelerde neşrettiği makalelerinden, gerekse değişik yerlerdeki topluluklara yaptığı hitabe ve konferanslardan da, bu açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca sadece sistem hakkında değil; medrese, mektep, tekye, diyanet, eğitim gibi daha pek çok temel konu ve kurum hakkında proje ve fikirleri olduğu belgelerle sabittir. Dolayısıyla, yaptıklarının ve yapmak istediklerinin farkında ve şuurunda olarak, mücadelesini yürütmüştür.
Yaptıklarını gizlemek veya inkar etmek şöyle dursun, tam aksine düşünce ve iddialarını savunma ve sahiplenme hususunda gayet açık ve dobradır: “Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından, üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü' ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim” ifadeleri ile savunduğu her fikrin daima arkasında olduğunu göstermektedir.
Şayet Bediüzzaman o dönemde, meşrutiyet aleyhtarı olsaydı, o zaman bu eleştirileri fazlasıyla haketmiş olurdu. Onun alkışlanacak ve takdire şayan olan bu faaliyeti, ne yazık ki, tenkid vesilesi yapılmaktadır. Nitekim Divan-ı Harbdeki müdafaasında, “Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, takdir edilmesi ve alkışlanması gereken hizmetlerinden dolayı, tekdir ve tenkide uğraması bir garabettir. Ancak, Bediüzzaman bu tür ithamlara alışık ve hazırlıklıdır. Hayatı boyunca bu tarz suçlamalara maruz kaldığı gibi, vefatından sonra da aynı hal devam etmektedir.
Nitekim, bu ithamların hepsine gereken cevabı verdiği, eserlerinde belgelidir. Onun için Divan-ı Harb teki savunmasında, “Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkarımı (düşüncelerimi) onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfi iyi bir zemin oldu”, “Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz”, “Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihatımı tesir ettiriyordum, maal-memnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfim var. Kahrolayım, eğer i'dama esirgersem. Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem” diyerek, idam edilme talebiyle yargılandığı anda bile, merdane düşüncelerini savunduğu ve isnad edilen suçlamalara cevap verdiği görülmektedir
Bediüzzaman’ın meşrutiyet savunmasında bu kadar iddialı ve ısrarcı olmasının elbetteki önemli sebepleri vardır. Çünkü, Osmanlı Devletindeki gerileme ve yıkılmaya yüz tutmanın en büyük sebebinin; meşruti sisteme geçmekte geç kalınmış olduğu kanaatindedir. Zira Avrupa, orta çağ sistemi olan krallık ve padişahlık sisteminden, iki asır önce meşruti sisteme geçmekle, büyük sıçrama yapmış ve hızlı ilerleme kaydetmiştir. Bunun sebebi, millet iradesi ile seçilmiş olan meclis ortamında, konuların tartışılarak, ortak akılla karar altına alınmasıdır. Krallık sisteminde bocalayan ve her hususta geri olan bir Avrupanın, birdenbire ilerlemesinin başka izahı yoktur. Devletlerin genellikle feodal yapı olan krallıklarla idare edildiği “orta çağ”da, “mutlakıyet sistemi” normal olabilir. Ancak dünyadaki genel uyanış, hürriyet fikri ve birçok devletin meşruti sisteme geçtiği ve sistemin güzellikleri herkes tarafından müşahede edildiği bir dönemde artık feodal sistem, miadını doldurmuş, raf ömrünü tamamlamıştır. Bu bakımdan ortak akıl sistemi olan “meşrutiyet”e, yani meclis sistemine büyük ihtiyaç duyulmaktadır.
Hal böyleyken, Osmanlı devleti hala yirminci asrın başlarında mutlakıyet denilen padişahlıkla idare edilmektedir. Böyle olunca geri kalma ve yıkılma kaçınılmaz sonuçtur. Tabii ki bu, Sultan Abdülhamid’in suçu değil; sistemin kabahatidir. İşte Bediüzzaman bu gidişatın sonuçlarını gördüğü ve çarenin meşrutiyet olduğunu bildiği için, tercihini meşrutiyet taraftarı olarak ortaya koymuştur. Bundan hiçbir şekilde de pişmanlık duymamıştır. Duymasına da gerek yoktur. Çünkü mesele Abdülhamid meselesi değil. İdari sistem, ”Meşrutiyet mi olsun, Mutlakiyet mi olsun” meselesidir. Devletin devam ve bekası sistemin değişmesine bağlıdır. Durum böyle olunca, hayatı boyunca hürriyet mücadelesinde bulunan Bediüzzaman’ın, tercihini Meşrutiyetten yana kullanmasından daha normal ne olabilir? Bu durumda, haliyle Sultan Abdülhamid’le farklı sistemlerin taraftarı olarak karşı karşıya gelinmiştir. Çünkü Sultan Abdülhamid, Padişah olarak, Mutlakıyet, yani devlet idare şeklinin, babadan oğula intikal ettiği sistemin başında ve onun temsilcisidir. Temsilcisi durumunda bulunduğu sistemde direnmesi gayet normaldir. Zira sistemi kendisi kurmamıştır. Geleneği devam ettirmektedir.
Orta çağ döneminde bütün devletlerin idari şekli böyle olduğu için normal görülebilir. Ancak zaman ve şartlar değişmiştir. Artık ülke idareleri, millet iradesi ile seçilmemiş tek kişi tarafından yönetilecek durumda değildir. Sistem ve şahıslar eleştirilemez olmadığı gibi, Sultan Abdülhamid de “la yuhti ve eleştirilemez” değildir. Ne Mutlakiyetin ne de Sultan Abdülhamid’in dokunulmaz bir kudsiyeti yoktur. Hele hele Sultan Abdulhamid’i İslamın Kelime-i Tevhidi yerine koymak, ona muhalefeti İslam’a muhalefet gibi mülahaza etmek, cehaletin daniskasıdır.
Bazı konularda, mesela teknolojik gelişmelerde insan, babasıyla dahi ters düşebilir. Baba eski usul kara saban ile tarıma devam etmek isterken; oğul yeni gelişmeleri gözönüne alarak, traktör, biçerdöver ve benzeri teknolojik aletlerde ısrarcı olabilir ki, doğru olan budur. Bu durum oğulun babasına düşman olduğu anlamına gelmez. Aynen bunun gibi Bediüzzaman, şartların değişmesi ve yeni gelişmeler sebebiyle meşrutiyeti zaruri bir yönetim sistemi olarak görmektedir. Hatta bunu sadece yönetimde değil, ekonomide, sosyal hayatta, ferd ve toplum inkişafında, eğitim sisteminde, hayati derecede önemsemektedir:
“Zîrâ Meşrutiyet hükûmete düştüğü vakit; fikr-i hürriyet, meşrutiyeti her vecihle uyandırır. Her nev’de, her taifede onun sanatına ait bir nevi meşrutiyeti tevlid eder. Hatta ulemada, medarisde, talebede birnev’i meşrutiyeti intac eder. Evet her taifeye ona mahsus bir meşrutiyet bir teceddüd ilham olunuyor.İşte şu arkasında şems-i saadeti telvih eden; ve temayül ve incizab ve imtizaca yüz tutan lemaat-ı meşverettir ki; bana meşrutiyet hükümetini bu kadar sevdirmiştir” ifadeleri bunu açıkça göstermektedir.
Meşrutiyet mücadelesinde, Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid’le farklı taraflarda bulunmasını eleştirenler acaba Mutlakiyet sistemini mi istemektedirler? Yani idarenin, babadan oğula intikal suretindeki, padişahlık sisteminin devam etmesini mi arzu etmektedirler? Seçim yok! Meclis yok! Millet iradesi yok! Eleştiri yok! Muhalefet yok! Hürriyet yok! Murakebe yok! İstişare yok! Bu “Yok”lar, daha da uzatılabilir. Böyle bir sistemde İnsanların bir “sürü” olmaktan ne farkı var? Şayet bugün bir anket veya referandum yapılsa, kaç kişi bu “yok”ların bulunduğu sistemi isteyecek? Peki bugün büyük çoğunluğun kabul etmeyeceği bir sistemin taraftarı olmadığı için Bediüzzaman neden tenkid edilir? Bediüzzaman burada tercihini şahıstan yana değil; sistemden yana kullanmıştır ki tam isabet etmiştir. Yani mesele Abdülhamid meselesi değil, sistem meselesidir.
Şimdi deniliyor ki, “Meşrutiyeti o gün savunanların içerisinde masonlar, Ermeniler, Rumlar, yahudiler ve gayr-ı müslimler de bulunmaktadır ve Bediüzzaman bunlarla birlikte hareket etmiştir.”
Evvela; Meşrutiyetin taraftarları, sadece gayr-ı müslimler, masonlar, Rumlar, Ermeniler, yahudiler değildir. Zira Meşrutiyet, muhteva olarak, her insanın özlem duyduğu bir sistemdir ki, o dönemin münevver insanları ile birlikte pek çok Müslüman ve azınlıklar da bu sistem için mücadele etmiştir. Bazı Müslümanların meşrutiyete karşı çıkması, İslama aykırı zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Esasen İslamî olmayan mutlakiyet, yani saltanat sistemidir. Gerçi, Padişahlık sistemi İslamî değildir ancak idareciler Müslüman oldukları için İslama hizmet etmişlerdir. Öte yandan babadan oğula intikal tarzı olan veraset sistemi, liyakat ve ehliyeti arka plana bıraktığı, sınırsız yetkiler, millet iradesi ile seçilmeme, denetim ve mürakabenin olmaması gibi sebeplerle, bazı padişahlar döneminde ilerleme kaydedilirken, bazılarının döneminde gerileme olmuştur.
Saniyen; farklı gurup ve farklı din mensuplarının meşrutiyeti istemesi; Bediüzzaman’ın da istemesine neden bir engel teşkil etsin? Yani onlar istediği için böyle bir sistemin aleyhinde olmak mı gerekiyor? Böyle bir anlayış; insan fıtratına tamamen zıttır. Başkaları da istediği için, hürriyet ve meşrutiyet aleyhtarı olmak, en hafif tabiriyle ilkelliktir. Onlar hava teneffüs ediyorlar biz etmeyelim! Onlar yemek yiyorlar biz yemeyelim! Onlar su içiyorlar biz içmeyelim, öyle mi? Böyle bir anlayış insanî ve İslamî olabilir mi?
Denilebilir ki, o grupların bir kısmının maksatları gerçek meşrutiyet değildir. Ki, doğrudur. Onların farklı maksad takip etmeleri, bizim maksadımıza tesir etmez. Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir etmez. Çünkü maksud, vesilenin vücûduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz. Meselâ: ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını defnetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve definenin bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz.”
Bununla beraber, Bediüzzaman; meşrutiyeti farklı niyetlerle isteyen ve farklı uygulayanlara kaşı da, açıkça mücadele etmiştir ki, ilerleyen satırlarda bunun örnekleri verilecektir.
Tabii ki, bu kargaşa ortamında, yeni bir kavram olan meşrutiyetin doğru anlaşılabilmesi veya anlatılabilmesinin kolay olamayacağı açıktır. Nitekim rahmetli Necip Fazıl dahi, meşrutiyet konusunu; “Yahudilik, Masonluk ve Dönmelik”in bir eseri olarak değerlendirmektedir. Şüphesiz ki, meşrutiyet; art düşünceli bazı kesim ve azınlıklar tarafından kendi arzu ve menfaatlerine göre yorumlanmış ve istenmiş olabilir. Ancak meşrutiyeti sadece onların bir oyunu olarak görmek, ne derece isabetli ve sağlıklı bir değerlendirme olabilir? Ayrıca, meşrutiyeti onlar sahiplense bile, karşı olmak doğru olabilir mi?
Kaldı ki kendi dönemlerinde daima istibdada maruz kalmış, hatta zulme uğramış kişilerin meşrutiyet taraftarı olmaması düşünülebilir mi? Çünkü meşrutiyet, istibdadın panzehiridir. Bu konuda önemli olan husus; ülkenin, tek bir padişah tarafından idare edilmesiyle; bir meclis tarafından yönetilmesi arasındaki farkı görebilmektir. Niyet ve yeteneği ne kadar iyi olursa olsun millet onayını almamış, tek bir idarecinin, genişleyen ülke sınırları üzerinde hâkimiyet sağlayabilmesi, yönetimi hakkıyla yapabilmesi ve bütün aksaklıkların üstesinden gelebilmesinin mümkün olamayacağı açıktır.
Bu gerçeği Bediüzzaman, “Zaman-ı sâbıkta (geçmişte) revabıt-ı içtima’ ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri,devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima’ o kadar tekessür ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüd ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir” sözleri ile zamanın şartlarını ve meşrutiyetin gerekliliğini gayet veciz bir şekilde ifade etmektedir. Bundan dolayıdır ki, Sultan Abdülhamid asayişi sağlayabilme amacıyla ülke idaresinde çok şiddetli istibdat uygulamaya mecbur olmuştur. (Bediüzzaman’ın savunduğu, gerçek Meşrutiyet sistemi ile ilgili açıklamalar ve neden bu sistemi savunduğu ile ilgili gerekçeler, yazının devamında daha geniş bir şekilde sunulacaktır.)
Demek oluyor ki, Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid’e muhalefeti, şahsi olmayıp, sistem ve bazı konular münasebetiyledir ki, ileride arzedilecektir.
Devam edecek...