Aslında Bediüzzaman’ın Abdülhamid Hanın aleyhinde ve ona karşı olması için pek çok şahsi sebep bulunmaktadır. Ancak Bediüzzaman hiçbir zaman konuyu şahsileştirmemiş, bundan dolayı kin ve intikam takipçisi olmamıştır. 1907'de İstanbul’a Sultan Abdülhamid Hanla, eğitim ve öğretim meselesi ve daha başka hususları görüşmek üzere, Vali Tahir paşanın referans mektubu ile geldiği halde, bürokratik engeller sebebiyle bir türlü görüşmeye muvaffak olamamıştır. Talepleri ile ilgili dilekçeyi mabeyne bıraktığı halde dilekçesine bir cevap verilmemiştir.
Dikkatleri üzerinde toplamak maksadıyla Şekerci Han'da "Burada her müşkil halledilir, her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz" şeklinde, ucu açık ve sınırı belli olmayan bir levha astırarak, İstanbul'un pekçok uleması ile münazaralar yapar ve hepsini mağlub eder. Ancak onu çekemeyen rakipleri; "Böyle her suale cevap verenin, akli dengesi yerinde olamaz" şayiasıyla, Sultan Abdülhamid’i yanlış bilgilendirerek, onun emriyle Toptaşı Tımarhanesine sevk edilmiştir.
Şualar isimli eserinde bu hususu, kendisi şöyle ifade etmektedir:
"Bitlis vilayetine tâbi Nurs köyünde doğan ben; talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücadele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inayet-i İlahiye ile mağlub ede ede İstanbul'a kadar geldim. İstanbul'da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek nihayet rakiblerimin ifsadatıyla merhum Sultan Abdülhamid'in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilânıyla ve "31 Mart Vak'ası"ndaki hizmetlerimle "İttihad ve Terakki" hükûmetinin nazar-ı dikkatini celbettim. Kırk sene evvel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkata isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum.’’
Tımarhanede, "Muayenemi muhakeme suretinde istiyorum, senin vicdanın da hakem olsun. Tabibe ders-i tıb vermek füzulilik amma teşhis-i illete yardım edecek noktalar hastanın vazifesidir’’ diyerek doktora yaptığı açıklamaları; bilhassa ileri geri konuşan herkesin okuması gerekir. Çünkü Bediüzzaman’ı dinleyen doktor, “Eğer Bediüzzaman’da, zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur” şeklinde rapor vermiştir. Nitekim tımarhaneden çıkarılıp, nezarethaneye gönderildiğinde, Zaptıye Nazırı Şefik Paşa (güvenlikten sorumlu bakan) ile konuşmaları çok enteresandır:
"Zaptiye Nâzırı: Padişah sana selâm etmiş. Bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi-otuz lira yapacak, (O zamanın Parasıyla) dedi.
(Bediüzzaman) Cevaben: Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim. Milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-ı sükûttur. (Sus payı)
Nâzır: İradeyi reddediyorsun, irade red olunmaz.
(Bediüzzaman) Cevaben dedim: Red ediyorum, tâ ki padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim.
Nâzır: Neticesi vahimdir!... (tehdit)
Cevaben: Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam, bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul'a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz!... Bunu da ciddi söylüyorum: "Ben isterim ki; ebna-yı cinsimi bilfiil ikaz edeyim ki, devlete intisab, hizmet etmek içindir. Maaş kapmak için değildir." Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü tesirledir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi'-i şahsiye iledir. Binaenaleyh ben maaşın kabulünde mazurum.
Nâzır hiddet etti...
Ben dedim: Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez, nâfile yorulmayınız. Beni nefyedin, Fîzân olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de pîneduzluktan ve yamacılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekden kurtulurum.
Nâzır: Ne demek istiyorsun?
Cevaben dedim: Sigara kâğıdı kadar ince ve nizam namıyla bir perdeyi bu kadar feveran-ı efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemi idim, altına girmedim. Üstüne düştüm. Suret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakîl idi. Bir kere mabeynde yırtıldı. Şişli'de bir Ermeninin evine düştüm. Orada yırtıldı. Şekerci Hanına düştüm. Orada da yırtıldı. Tımarhaneye düştüm. Şimdi de tarassudhaneye düşmüşüm. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim...’’
Bu ifadelerde görüldüğü gibi Bediüzzaman, her hal-ü karda hasbi olarak, fikirlerinden asla taviz vermeden ve geri adım atmadan, hak ve doğru bildiği konularda kararlı ve ısrarcıdır.
Şimdi vicdanen bir muhasebe yapalım: Şayet herhangi birimiz böyle bir muameleye maruz kalmış olsak, (yani tımarhaneye, ordan nezarethaneye, ordan da hapishaneye gönderilmiş olsak) bize bu uygulamayı yapanlara karşı tavrımız ne olurdu acaba? Fakat Bediüzzaman, bizzat padişah tarafından, kendisine bu kadar haksızlık yapılmasına rağmen, Sultan Abdülhamid’e asla kin beslememiş, intikam hisleriyle hareket etmemiştir.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: O günün şartlarında Bediüzzaman lakabıyla ün salmış, bir çok ulema ile tartışarak gündeme oturmuş "Flaş" bir şahsiyet olan Bediüzzaman gibi bir zat o kadar ısrar ve gayretlerine rağmen, (üstelik referans mektubu ile geldiği halde) padişahla görüşmeye muvaffak olamadığına göre sıradan bir vatandaşın görüşmesi ve derdini anlatması ne kadar mümkün olabilirdi acaba? Böyle bir ortamda, herhangi bir vatandaşın padişaha ulaşmasının ne kadar zor, hatta imkânsız olduğunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü padişah olağanüstü şartlar, bürokratik kurallar ve müdaheneci ve art niyetli kimseler tarafından adeta kuşatılmış vaziyettedir. İşte sistemin yapısı bu! Demek oluyor ki; idare ile vatandaş arasındaki bütün diyaloğ yolları kapalı! Yönlendirme büyük ölçüde bu bürokratlar tarafından yapılmaktadır.
Bakınız Bediüzzaman bu durumu Münazarat adlı eserinde istibdadın tanım ve tarifini 13 madde halinde yaptıktan sonra durumu nasıl özetlemiş:
"İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur: Zîrâ sabıkta pâdişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Bîçâre milletin hâlini anlamıyordu. Yâhut za’f-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu. Yâhut mütehevvisane ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmaya müsaid değildi."
Görüldüğü gibi, Sultan Abdülhamid ve o günkü sistem, bu dört cümle ile özetlenmektedir. Halkla irtibat yok, halkın durumundan haber yok, kalb zaafiyeti evham, keyfe düşkünlük ve aşırı vesvese...
Zaten Bediüzzaman'la görüşmemesinin veya görüştürülmemesinin en büyük sebebi de bu. (Bu görüşmeye engel olan şahsın Adnan Adıvar olduğunu, rahmetli Mehmet Fırıncı ağabeyden dinlemiştim.) Ancak, bütün bu engellemeler neticesinde, padişahla yüzyüze görüşmeye muvaffak olamayan Bediüzzaman; istek ve temennilerini açıklamaktan vazgeçmemiş, basın yolu ile bunları yayınlayarak bir şekilde padişaha ulaştırmıştır.
31 Mart hadisesi münasebetiyle yargılandığı Divan-ı Harb-i Örfi de bunu şu şekilde fade etmektedir:
"Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve "Aslâh tarik musalâhadır" mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sabıka, ceride lisanıyla söyledim ki: "Münhasif Yıldız'ı dâr-ül fünun et, tâ Süreyya kadar a'lâ olsun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldız'daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terket! Zekat-ül ömrü, ömr-ü sâni (ikinci hayat, ahiret) yolunda sarfeyle.’’
Bu hususu bir makalesinde biraz daha değişik bir şekilde şöyle anlatmaktadır:
"Hilafete dair bir rüyadır. Âlem-i mânâda padişahı gördüm.
Dedim: “Sen zekat-ül ömrü Ömer-i Sânî’nin mesleğinde sarfet!.. Tâ ki, meşrutiyet riyasetine lâzım ve bîâtın mânâsı olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.”
Pâdişah dedi: Ben O’nun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyormusunuz? Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk!
Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlûb olan terakkiyi intac edebiliyor. Düvel-i ecnebîyenin adaleti bunu isbat eder.
O dedi: Nasıl yapacağım?
Dedim: “İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster. Pür-şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi; menfur olmuş Yıldızı, mahbub-u kulûb etmek için, eski zebanîler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ulemayı doldurmak ve Yıldız'ı dâr-ül fünûn gibi etmek. Ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti, mevki-i hakikisine is’ad etmek. Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle, Yıldızı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ Hânedân-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertevnisâr-ı adâlet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et. Tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki, imamsın...” Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rüyadır. Asıl uyanmak ve hakîkat o rüya imiş."
Denilebilirki bu bir rüyadır, rüyanın böyle ciddi konularda geçerliliği olmaz. Evet rüyadır ancak bunu basın yolu ile ilan etmek suretiyle padişaha söylemek istediği hususları bir şekilde iletmeyi başarmıştır.
Şimdi kimsenin konuşamadığı bir dönemde, büyük bir cesaretle bu hususların dile getirilmesi, Bediüzzaman’ın meziyeti midir, yoksa kabahati mi? Ve bunun padişaha düşmanlıkla ne ilgisi var? Bu temenniler devletin bekası için gerekli değil mi? Bu şekildeki temennileri kim arzu etmez?
Nitekim Bediüzzaman mukayeseyi şöyle yapmaktadır: "Şimdi müvazene edelim: ‘’Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ülema tedris etmeli? Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahibleri hükmetsin."
Münazarat adlı eserindeki şu açıklama da, Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid'e karşı üç ayrı tavırda bulunduğunu göstermesi bakımından eteresandır. Şöyle ki:
"Sual-İnkılabdan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mu’teriz olduğun halde; hükûmete hücum edenlere dahi itiraz ederdin. Hatta selatîn-i Osmaniyeyi (Osmanlı padişahlarını) ifrat ile sena ederdin (Överdin). Hatta der idin: Muhtemeldir Abdulhamîd muktedir değildir ki; dizgini gevşetsin; milletin saadetine yol versin. Veyahud hata biriçtihad ile olabilir; bir gayr-ı makbul özrü kendine bulsun.. Veyahud avanelerinin, vehminin elinde mahbus gibidir. Sonra birden bütün kabahatı ona attın. Neden hem itiraz hem hücum ederdin? Hem de bazılara karşı müdafaa ederdin?" sualine verdiği cevapta, bazı noktalarda, hem Sultan Abdülhamid'i eleştirdiği, hem onu eleştirenleri de eleştirdiği ve onu müdafaa ettiği anlaşılmaktadır.
Bu durumu şu şekilde formüle etmektedir: "Elhâsıl: Hükûmete hücum edenlerin bazıları “Haydo Haydo!” derlerdi. (Yani ‘’Kızıl Sultan’’ diyerek hakaret edenler.) Bazıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa!” (Ulu Hakan diyerek göklere çıkaranlar) derlerdi. Ben “Haydar” derdim. Şimdi de Haydar derim vesselâm!.. (Yani Sultan Abdülhamid'i olduğu gibi tavsif etmektedir.)
Görülüyor ki Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid'le olan mücadelesi nefsi ve hissi olmayıp, tamamen ülke menfaatine yöneliktir.
Devam edecek...